1971 yılında Boğazda teknemin kırılıp suya düşmem ve donma tehlikesi atlatmamın üstünden on sene geçmişti. Yılın aynı zamanlarında Frankfurt’lu kürekçileri nehirde çalıştırıyordum. Hava sıfır derece civarındaydı. Suda minik buz parçacıkları yüzüyordu. Nehrin üzerinde kalın bir pus tabakası vardı. Güneşe çıplak gözle bakabilirdiniz. Eskiden Boğaz’da buna “hava kar topluyor” derdik. Burada senenin büyük kısmı böyle geçmekteydi. Soğuktan nefret ediyordum…
Nehrin 4 metrelik bir düşüş yaptığı Höchst kıvrımına gelmiştik. Bu gün için en rüzgarsız ve dalgasız bölge orasıydı. Suya 8 – 9 ekip indirmiştik. Bir anlık dikkatsizlik sonunda tek çifteci Uri, iki çifte kızların teknesine çarptı. Tek çiftede açılan delik o kadar büyüktü ki tekne hemen battı. İki çifteci kızlara hızla kayıkhaneye geri dönmelerini söyledim. Onlarda önemli bir hasar yoktu. Uri’yi motora aldım. Batık tek çifteyi nehirle akıp gitmesin diye kıyıya sürükleyip çalıların üstüne çıkarttım. Aradan geçen birkaç dakikada Uri morarmaya başlamıştı. Soydum, üzerimde eksi otuz dereceye dayanabilecek Norveç malı bir kutup parkası vardı, çıkartıp ona giydirdim. Motorun dibine ayaklarımın altına yatırıp kayıkhaneye doğru gazladım. Onbeş dakika sonra iskeleye gelmiştik. Parkayı Uri’ye verince ben de titremeye başlamıştım. Uri’yi birkaç kişinin yardımıyla kayıkhaneye taşıdık.

Resim: Main nehrinde suyun yükseldiği solda suyun içindeki elektrik direklerinden belli
Yıllar önce Boğaz’da yaşadığım gibi vücudu sertleşmişti. Duşlara götürdüm. Soğuk suyun altına yatırdım. Yardım eden çocuklar da on yıl önce Ramazan’ın Emin Hocaya dediği gibi “çocuk donmak üzere, üstüne soğuk su mu tutacağız?” diye itiraz ettiler. “Ne yaptığımı biliyorum, merak etmeyin” dedim. Biz eşofmanlarla bile donarken o soğuk suyun altında ısınmaya başladı. Kızardı. Kaşındı. Aptal aptal etrafına bakındı. Benim on yıl önceki reaksiyonlarımın aynısını verdi. Tabii ona sıcak çay veremedim. Almanlar henüz demli çay yapmayı icat etmemişlerdi! Çocuklardan birini gönderip alt kattaki lokalden küçük bir şişe Sekt (Köpüklü Şarap) getirttim. Onu içirdik. Kan dolaşımı hemen hızlandı.
Bütün olay bittiğinde idareciler çok soğukkanlı davrandığımdan dolayı teşekkür ettiler. O zamanlar bana karşı biraz mesafeli davranıyorlardı. Yaşadıklarımı anlatmaya başladıktan sonra sporcular ve aileleri ile aramızdaki buzlar çözüldü. Uri, Arjantin asıllı bir kızılderili ailenin çocuğuydu. Beni antrenörü olarak çok sever, inanır ve sayardı. “Sizinle konuşmak bana ilaç gibi etki yapıyor” derdi. Bu hadiseden sonra saygısını o kadar abarttı ki günün birinde “Uri beni totem yaptın neredeyse tapacaksın, yeter artık” dedim ve tekrar normale döndük. 30 yıl sonra geçenlerde Henley veteran yarışlarına Germania’nın bu günkü başkanıyla beraber kurdukları bir dört tek ekibiyle katıldıklarını ve birinci olduklarını duydum, sevindim. Uri o eski günleri nasıl hatırlıyordur acaba?
Uri’yi ısıttığımız duş yeri, kayıkhanenin alt katında sekiz kişilik bir ekibi alabilecek büyüklükte, suları bol ve düzenli akan, aydınlık, çok iyi havalandırılan bir mekandı. Hiç istemeden bizim Galatasaray Adasındaki iki kişilik duşumuzu hatırladım. Genellikle gaz yağı alınamadığı için buz gibi soğuk, yerleri yosun tutmuş, duvarları dökülen kireç badanalı pis bir yerdi. Yıllarca orayı kendimiz temizlemeye ve ısıtmaya çalıştık. Benim bildiğim kadarıyla 1957 yılından 1979 yılına kadar bir çivi bile çakılmadı. Orası sadece içindeki insanlarıyla güzel olan bir yerdi. Galatasaraylılık ruhu ile ayakta duruyordu. Aslında bizler gibi her sene kulübe ikişer şampiyonluk getiren sporculara sahip olan bir kulübün idarecilerinin utanç duyması gereken bir yerdi.