ERDİNÇ KARAER İLE İLGİLİ ANILARIM

ERDİNÇ KARAER İLE İLGİLİ ANILARIM

1965 yılında kürek sezonunun bitiminde küreğe başladığımda 15 yaşındaydım. Kandilli’li Erdinç (1944-2015) o sene 21 yaşındaydı ve Anadoluhisarı’ndan Hereke’ye transfer olmuştu. Anadoluhisarı’nda girdiği tüm yarışları kazanmış, Milli Takımda yarışmış, genç yaşında kürek dünyamızda adını duyurmuştu.

1966 yılı yarış sezonu bitince bütün kış boyunca hafta sonlarında Hereke’den Kuruçeşme’deki Galatasaray Adasına gelir Emin Hoca’nın izni ile en kıymetli İtalyan malı Donoratico yarış Tek Çiftemizi alır uzun antrenmanlar yapardı. Havanın düzgün olduğu zamanlarda Emin Hoca bana da kırık dökük, her tarafı tellerle bağlanarak sağlamlaştırılmış bir Tek Çifte verip Erdinç’in peşine takar, ona da “bu gence göz kulak ol” diye tembih ederdi.

Aradan geçen uzun antrenmanlardan sonra bir gün Emin Hoca Erdinç’e yarış İki Çiftesini hazırladı, beni siviryaya oturttu ve Erdinç’in sayesinde çift kürek tekniği ile ciddi olarak o gün tanıştım.

 

ERDİNÇ GALATASARAY’DA

1967 yılında Erdinç Galatasaray Kulübüne transfer oldu, Tek Çifte ve Mehmet Yavaşoğlu ile İki Çifte yarışlarına girerek her yarış haftasında kulübe iki kupa getiriyordu. Mehmet’in antrenmana gelmediği zamanlarda ben İki Çifteye oturuyordum. 67 yılında takımımız yedi yarışın beşini alarak büyük bir başarı elde etti. O kış Mehmet antrenmanlara çok az geldi, 68 sezonun başlarında ilk Teşvik Yarışlarında bulundu ancak İstanbul Şampiyonasına gelmedi. Yarışa bir saat kala antrenörümüz Ahmet Yavaşoğlu İki Çifteye Erdinç ile benim adımı yazdı. Açık ara kazandık. Artık ekip belirlenmişti, İki Çifte ile çok çalışarak birkaç Teşvik Yarışını da farklı kazanarak Şampiyonaya hazırlandık.

Erdinç Kandilli’den Ada’ya bazen Kancabaş Sandalı ile kürek çekerek gelir, antrenmandan sonra gene kürek çekerek Akıntıyı geçip Kandilliye geri dönerdi. Antrenmanlarda çok huysuz, detaycı ve aşırı dikkatliydi. Konsantrasyonu tüm antrenman boyunca devam ediyor ve hataya izin vermiyordu. Benim zaten söyleyecek bir sözüm yoktu, daha 18 yaşındaydım… Onun sayesinde mükemmel tekniğe sahip bir iki çifte ekibi oluşturduk. Antrenörümüz Ahmet Yavaşoğlu’nun ifadesine göre teknemiz Türkiye sınırlarının ilerisinde yarışlar kazanacak gibi ümit veriyordu ama hayat bizi başka teknelerde başka yarışlara doğru yönlendirecekti.

 

BATI KAÇAĞI

1968 yılında İstanbul Şampiyonasının yapıldığı 18 Ağustos Pazar gününden beş gün önce İstanbul’da yıllarca eşine rastlanmayan büyüklükte bir fırtına yaşandı. 13 Ağustos 1968 Salı günü rüzgarın batı yönünden çok kuvvetli esmesi ve beraberinde getirdiği dolu sağanağı kayıkhane çatısına da zarar vermiş, bizim teknemizin üstünde duran Tek Çifte zarar görmüştü. Aynı fırtınada Kuruçeşme’deki kömür depolarındaki beş dev vinçten ikisi devrilmişti. Boğazdaki evlerin bir çoğunun camları kırılmış, çatıları zarar görmüş, ağaçlar yıkılmış, dükkanların tabelaları uçmuştu. O gün kısa sürede dinen fırtınadan sonra İki Çifte ile denize çıktığımızda suyun durumu karşısında tedirgin olmuştuk. Çünkü alışılagelmiş akıntılar, anaforlar, ayna suları yok olmuş, deniz hiç olmadığı kadar durgunlaşmış, göl gibi olmuştu. Denizin alışık olmadığımız sakinliği karşısında sanki her an bir şey olacakmış gibi bir korkuyla boyuna arkamıza bakarak kürek çektik. Erdinç sinirlendiği zaman yaptığı gibi ara sıra durup parmaklarını suya sokuyordu. Özellikle bu suları avucunun içi gibi bilen Erdinç’in tedirgin olması beni daha çok korkutmuştu. Bir süre sonra boğazın giriş çıkışlarında fırtına korkusuyla demirlemiş olan gemilere geçiş izni verilince deniz alışılagelmiş dalgalı, akıntılı, anaforlu haline dönüşmüştü. İşte alışık olduğumuz deniz buydu. Neşemiz yerine gelmiş olarak adaya döndük.

 

KANDİLLİ’DE DENİZİN BİTTİĞİ NOKTA

Bundan dört gün sonra 1968 İstanbul Şampiyonasına bir gün kala havanın çok sert estiği bir gün Kandilli Burnundaki kayalıklara çarptık. Teknenin burnu koptu, hızla su alarak battık. Akıntı bizi Vaniköy Koyuna attı. Oradaki balıkçılar yardıma geldiler, sıkıntı içinde ve utanarak tekneyi Adaya taşıdık. Emin Hoca ve Cahit Usta derhal tekneyi tezgaha koyup tamir işlemine başladılar. İki Çiftenin garanti sayılabilecek birinciliği takım şampiyonluğunda önemli bir yer tutuyordu. Üzüntü içinde evimize gittik, rahatsız bir uyku uyuduk. Ertesi sabah geldiğimizde ikili hala tekne üzerinde çalışıyordu. Son vernikler de atıldı ve Tekneleri Kartal’a taşıyacak olan motor geldiğinde son olarak ve itina ile iki çifteyi tavana askıya alarak yükledik. Daha vernikleri kurumadan yarışa girdiğimizde sanki her an kırılacakmış gibi korkuyorduk. Korkulan olmadı farklı bir birincilik aldık.

Bir hafta sonra Ankara Mogan gölünde Türkiye Şampiyonluğunu da aldık.

Havanın bozduğu zamanlarda İki Çifte ile Göksu Deresine girer orada depar çalışırdık. Derenin ilerleyebildiğimiz kadar derinlerine gidince bir gün Erdinç babasına seslenmişti. “Ne oldu?” diye sorduğumda ilerideki mezarlığı gösterip “orada yatıyor” demişti… Göksu Deresindeki depar ve yirmi küreklerden sıkılınca tekneyi Anadoluhisarı kulübünün iskelesine çekip kayıkhanedeki Behlül Ustayı ziyaret eder bir çayını içerdik.  

 

MÜNİH BİRAHANESİ

O yıl Erdinç’le İki Çifte ve Sekiz Tek çekiyorduk. İstanbul Şampiyonası öncesinde Pendik’te pansiyon gibi uyduruk bir otelde kamp yapıyorduk. Duşlar akmıyordu. Her antrenmandan sonra bahçedeki kuyunun buz gibi kireçli suyuyla hızlı ve uyduruk bir duş alıyorduk. O kampın sonunda saçlarım tutam tutam dökülmeye başlamıştı. İlk haftanın sonunda Erdinç önemli bir işi dolayısıyla şehre inecekti. Ben de onunla birlikte bütün kirli eşofmanlarımı toplayıp eve gittim. Uzun uzun duşun altında yattım. Akşamüstü temiz eşofmanlarla dolu çantamı alıp Erdinç’le sözleştiğimiz yere gittim: Kadıköy’de Pendik minibüslerinin kalktığı yerin karşısındaki Münih Birahanesine. Erdinç’i orada beni beklerken buldum. Kafası bir şeye bozuk gibiydi. Önünde bir büyük bira ve kızarmış patates vardı. Ben de bir tane söyledim. Yarım saat sonraki minibüse kaldık. Bu arada patatesler bitti gene ısmarladık. Patatesler geldiğinde biralar bitti gene ısmarladık… Bilirsiniz. Sonraki minibüsü de kaçırdık. Beşer büyük bira ve onu bastıracak kadar patates kızartması yedikten sonra minibüse binip yola koyulduk. O kadar biranın neticesinde daha yarı yola gelmeden sıkıştık. Yol uzadıkça uzadı. Sıkıntıdan ter dökmeye başlamıştık. Erdinç alnında biriken terleri gösterip “biralar aşağıdan çıkamayınca yukarıdan çıkmaya başladı” demişti. Pendiğe geldiğimizde koşarak otelden içeri daldık. Kamptakiler geciktik diye bize kızmaya hazırlanmışlardı ama halimizi görünce hepsini bir gülme krizi tuttu. Uzun süre tuvaletten çıkamadık. O gün Sekiz Tek çalışması yapılacaktı. Biz tuvaletten çıkabildikten sonra formalarımızı giyip ekibe katıldık. Tekne hiç bu kadar rahat ve hızlı olmamıştı. Takım arkadaşlarımız antrenmandan sonra ikimizi her gün beşer bardak bira içmekle görevlendirdiler. Şakaydı tabii. Yarışlar yaklaşıyor ve bizi rahatlatacak her espriye razı oluyorduk. Bu arada saçlarımız da dökülmeye devam ediyordu.

O kampın son günlerinde eski antrenörümüz Köfte Ahmet bizi ziyarete geldi. Yarış öncesi son antrenmanlarımızdı. Motorla çıktı. Bütün tekneleri takip etti. Son düzeltmeleri yaptı. Bizim İki Çiftemizi de takip etti. Yarış tempomuzu çektirtti, start çıkışları yaptırttı ve sonunda bütün antrenörlüğü süresince söylemediği bir şey söyledi: “Teşekkür ederim çocuklar, çok iyisiniz”. Erdinç de ben de şaşkınlıktan ne diyeceğimizi, nasıl davranacağımızı bilemedik. Yıllar boyunca yaptığımız hiç bir şeyi tam olarak beğenmemiş, hep daha iyisini istemişti. Ondan duymaya alışık olmadığımız bu sözler bize büyük bir moral kaynağı olmuştu ama o sene İki Çiftede Türkiye Şampiyonu olamadık çünkü ikimiz de başka teknelerde kürek çekmek zorunda kalmıştık.

 

İKİ ÇİFTEDE ANTRENMANLAR

Bazı günler antrenmanın dozajını kaçırıp Beykoz’u geçip Umuryeri denilen donanmanın demirlediği burnu da geçip neredeyse Karadeniz’e açılacak kadar ileri giderdik. Her ne kadar dönüş yolu akıntının yardımıyla biraz daha kolay olsa da antrenman o kadar uzun sürerdi ki adadaki iskeleye çıktığımızda bir süre yerde oturup dolaşımın düzelmesini ve belimizin ağrısının geçmesini beklemek zorunda kalırdık. Dönüş yolunda olabilecek en ideal olay bizim hızımıza uygun bir tanker veya şileple kapışmaktı. O zaman yarışçı genlerimiz harekete geçer, yükselen adrenalinle birlikte adanın açığına kadar yarış temposunda gelirdik.

Bir seferinde Panama bandıralı bir geminin kaptanı megafonla bize tempo verip “şu anda on iki mille gidiyoruz” diye seslenmişti. Herhalde eski kürekçilerden biriydi. Adanın açığında tempoyu düşürdüğümüzde tayfalar bizi alkışlamışlardı. Ne garip. Bu kadarcık bir alkış bile iyi gelmiş adaya çok neşeli dönmemizi sağlamıştı. Bu halimizi bir tek Emin Hoca anlardı. “Gene bir şileple yarıştınız galiba” diye fazla yorum yapmadan bizi uzaktan takip ettiğini ifade ederdi. Ona göre biz hala yaramazlık yapma potansiyeli olan çocuklardık. Her an bir tekne daha parçalayabilirdik. Haklıydı…

Bir keresinde de etrafımızı yunuslar sarmıştı. Önce bayağı korkmuştuk. En küçük bir darbede kırılabilecek ve dengesi bozulacak ince bir kontraplak teknede olunca insan kendini o koca hayvanların yanında emniyette hissetmiyor. Etrafımızda yavaş yavaş su üstüne çıkıp yan yan sırıtarak bize ilgiyle bakıp sonra birdenbire dalarak bir süre bizimle geldiler sonra aniden yok oldular.

İki çiftede Erdinç ile yaşadığımız buna benzer değişik bir olay da Avusturya’da Wörther See’de antrenman yaparken başımıza geldi. Bize antrenman için ayrılan parkuru her zaman olduğu gibi merakımızdan terk edip gölün yasak olan başka taraflarına gittik. Birden bire kendimizi bir kuğu sürüsünün içinde bulduk. Küreğimizle hayvanlara çarpmamaya dikkat ederek kürek çekmeye devam etmek istedik ama sürü bize çok kızmıştı. Ben kazların tıslayarak insanlara saldırdığını görmüştüm ama kuğular hakkında hiç bilgim yoktu. Aynı şekilde bir sürü kuğu hiç korkmadan organize bir şekilde üstümüze saldırdı. Artık kibarlık edecek halimiz yoktu, hızla birkaç kürek alıp kaçtık. Birkaç tanesi hızını alamayıp uçarak takip etmeye yeltendi ama o kendini sudan kurtarıncaya kadar biz tam hızla uzaklaşıyorduk. Daha sonra gölü kıyıdan yürüyerek gezerken o civarda suyun içinde köpek kulübesi gibi birçok yapı gördük. Kuğuların sığınaklarıymış. İnsanlar oralarda doğaya saygı göstermeyi ve onu desteklemeyi bir görev biliyorlardı.

 

ŞAMPİYONADA CASUSLUK

Kulüpte sadece bir adet yarış teknesinin olması şampiyonalarda yarışacak başka ekiplere de o tekneyi kullanma izni verilmesi konusunda problemler yaşanıyordu. Bizim yarışımızdan sonra büyük bir hız ve beceriyle teknelerin ve küreklerin ayarlarının genç takıma veya kadınlara göre değiştirilmesi gerekiyordu. Emin Hoca’ya yardım edebilecek, eli anahtar, tornavida tutan herkesin yardımı bekleniyordu. Erdinç bu konuda usta bir marangoz kadar tecrübeliydi. Bu aslında ülkemize has bir çaresizlik göstergesiydi. Avrupa’da yarışlara gittikçe yabancıların sahip oldukları zenginliği ve mükemmel organizasyonu kıskanırdık. Erdinç ile birlikte elimizde not defteri ve metre ile casus gibi tekne parkında dolaşarak Doğu Almanların, Rusların teknelerinin dirsek ve kürek ayarlarını ölçüp kendimizi eğitmek için çabalardık. Bir keresinde Rus takımının malzemecisi tarafından kovalandık, biz de onlar otobüse binip otellerine gidince gizlice tekrar yaklaşıp ölçüleri not etmiştik. Aslında bu ölçüler bizim hiç işimize yaramıyordu. Adamlar bizden en az 10-15 cm daha uzun ve 10-20 kg daha ağırdılar…

 

RAKİBİ HAFİFE ALMAK

1968 kış sezonunda çok çalıştık, mümkün oldukça uzun deniz antrenmanları yaptık. Galatasaray Adasından İki Çifte ile çıkıp Umuryeri’ni geçerek Karadeniz’e yaklaştığımız çok oldu. 1969 sezonunun ilk yarışında Ankara Mogan Gölünde rakip olarak karşımıza bir tek Ortadoğu Üniversitesinden bir ekip çıktı. Kendimizden o kadar emindik ki değişik çoraplar, şapkalar falan giyip işin biraz da şov tarafına kaçmıştık. Kulüpte bizi bu havanın tehlikeleri hakkında uyaracak kimse yoktu. Biz sanki birer ilahtık!…

Yarış başladı, ilk 500 metre geçildiğinde iki tekne geride kalmıştık. Ortadoğu ekibi müthiş bir tempoyla aradaki farkı koruyarak 1000 metreye kadar geldi. Bizde ilahlık falan kalmamıştı. Dönüp arkamıza bakmaktan utanç duymaya başlamıştık. Üçüncü 500 metrede inanılmaz bir güç harcadık. Teknede hiç konuşmuyorduk. Çok bozulmuştuk. Bu utancı temizlememiz lazımdı. Ben bir ara “Arnavutköy benim için bitti, acaba İstanbul’dan başka nerede yaşayabilirim?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bacaklarım yanıyordu, kürekleri tutan parmaklarıma kramp girmişti. Son 500 metreye kafa kafaya girdik ve ancak son metrelerde yarışı kopartıp birinci olduk. Ortadoğu’lu Altan ve Turgut iyi iş çıkartmışlardı doğrusu. Uzun süre teknede yarı baygın durduktan sonra tekneyi zar zor kıyıdaki gürültü kıyamet olan yere doğru döndürdük.

Sezon bittikten sonra sonbaharda kayıkhanenin önünde kıraça yakalayıp kendimize ziyafet çekerken Erdinç bir itirafta bulundu. “O yarışta acaba başka bir köye taşınabilir miyim diye düşündüm biliyor musun?” dedi. “Hiç anlatma, ben köy değil İstanbul’dan bile vazgeçmiştim, iyi kurtardık” dedim ve o anda çok fazla konuşmuş olmaktan utanarak konuyu kapattık… Bundan sonraki yarışlarımızda rakibi hafife almanın tehlikelerini bize kimsenin anlatmasına gerek olmadı, dersimizi almıştık. Yıllar sonra antrenörlük kariyerim süresince bu yaşanmış olayı sporcularıma ders alınması gereken bir hikaye olarak anlatacaktım.

 

KAMİKAZE EKİBİ

1969 yılında Türkiye Şampiyonasından bir gün önce kulüpte sporcular arasında çıkan bir olay dolayısıyla yarışa İki Çifte olarak giremedik. İkimiz de idarecilerin uygun gördüğü farklı teknelerde kulübümüze puan kazandırabilmek için kürek çektik. O kadar çalışma boşa gitti. Gene de Klagenfurt’ta yapılacak olan Avrupa Şampiyonasına seçilen Milli Takımda İki Çifte olarak yerimizi aldık. Kampta şaşılacak bir olay ile karşılaştık. Antrenörümüz Boraniç daha ilk günlerde bizi Fenerbahçe’den Mustafa Yurdagül ve Bülent Tanaçan ile birlikte Dört Tek Dümencili teknesine oturttu.

O yıllarda Dünya Şampiyonaları dört yılda bir yapıldığı için Avrupa Şampiyonasına bütün dünya ülkeleri katılıyordu. Biz de bu büyük rekabetin içinde hem Dört Tek hem de İki Çifte yarışlarına katıldık. Yıllardır bütün şampiyonaları takip ederim. İki yarışa giren birçok sporcu gördüm ama aynı gün hem tek kürek, hem de çift kürek çeken birisine rastlamadım. Bizimki de kendince bir ilk oldu sanırım. Dört Tekin elemesi bitince hemen formaları değiştirip İki Çifteyi suya indiriyorduk, ertesi gün tekrar aynı telaş sürerken çevremizdeki farklı ülkelerden sporcu ve antrenörler bize “Kamikaze Ekibi” lakabını taktılar. Hatta bir ara bunalmış bir vaziyette teknemizin durduğu çadırın önünde otururken Rus Takımının antrenörü bize “haydi boş durmayın İki Tek, İki Çifte bir şey indirin suya” diye alay etmişti. Sonunda Dört Tekte Yarı Final şansını iki saniye ile kaçırdık, İki Çiftede Avrupa 12. olduk. Aradan 30 yıl geçtikten sonra TRT yaptığı belgeselde bizden “Efsane İki Çifte” diye bahsedecekti. Dışarıdan görünüş öyleydi ama gerçekler biraz farklıydı.

 

34 TEMPO

1969 Klagenfurt Avrupa Kürek Şampiyonasına hazırlanırken Dört Tek ile çekilen sayısız parkur denemelerinde Boraniç ekibin ideal temposunun 34 olacağına karar verdi ve bizi ısrarla 2000 metre boyunca bu tempoyu taşımaya alıştırdı. 34 tempo ile 6.50 civarında bir derece yapacağımızı düşünüyordu. Boraniç tempo konusuna o kadar önem veriyordu ki, beynimizi yıkamak ister gibi gece odamıza girip, bizi uykumuzdan uyandırıp elindeki kürek kronometresi ile yarı Türkçe yarı Yugoslavca “hayde 34” deyip, elimizle kürek çeker gibi yapıp doğru tempoyu bulmamızı istiyordu.

İstediği de oluyordu. Yemekte, yolda, odada, hemen her yerde Erdinç’i saatine bakarak tempoyu bulmaya çalışırken görüyordum. Nihayet yarış günü geldi.

10 Eylül 1969 Çarşamba sabahı saat 9.30’da 3. serideki ilk eleme yarışımızda Doğu Almanya, Çekoslovakya, Fransa, İsveç ve bizden oluşan beş kulvarlık bir parkurda ilk imtihanımızı vermek için start yerinde yerimizi aldık. Cüsse olarak diğer tüm ekiplerin arasında cüce gibi kalmıştık. Hele Doğu Almanlar aynı tornadan çıkmış gibi gözüken ürkütücü ebatta dev gibi bir ekipti.

Depar verildi, ilk hızlı küreklerden sonra beş tekne bir süre beraber gittik, sonra biz farkına varmadan Almanlarla birlikte öne geçtik. İlk 500 metreyi diğer üç ekibin önünde geçtik. Kendimize güven gelmiş, Almanlarla kapışmaya kendimizi kaptırmıştık. Bin metreyi de Almanlarla beraber geçtik. Çok havalıydık, saldırgan bir halimiz vardı!!!

1500’e girerken film koptu. Almanları kaybettik, Çekler ve Fransızlarla kafa kafaya gittiğimizi hayal meyal hatırlıyorum, sonrası tamamen karanlık. Neticede İsveç’i geçip dördüncü olmuşuz.

Müthiş bir yarış çıkarttığımızı düşünerek iskeleye yanaştık. Boraniç alı al, moru mor bir suratla bağırmaya başladı. Meğer biz aklımızı Doğu Almanlara takıp tempoyu unutup bütün yarışı 36 ile çekmeye çalışıp kendimizi kaybetmişiz.

Bundan bir saat sonra Erdinç’le İki Çifte yarışı çektik. Nasıl çektik, neden çektik hatırlamıyorum…

Boraniç, bütün gece “34” diye söylendi durdu. Eğer dediği taktikle çekseydik Fransa ve Çekoslovakya ile aynı dereceyi yapacağımızı ve yarışı 6.50’nin altında bir derece ile bitirebileceğimizi iddia etmekteydi.

Ertesi gün 11 Eylül Perşembe günü saat dokuzda ikinci eleme – Repechage yarışı için Dört Tek ekibimizle gene start yerindeydik. Bu sefer rakiplerimiz Amerika, Hollanda, Avusturya, Yunanistan ve İsveç’ti.

İlk günkü vahşi (!) tavrımızdan uzak, taktiğe uygun bir 34 ile parkuru götürdük. Bu sefer gerçekten de bütün yarışı ilk gurubun içinde sürdürdük, olabildiğince bir finişle İsveç ve Yunanistan’ı geride bırakıp ilk kez 6.50 sınırının altına inerek 6.48 ile yarışı tamamladık. Avusturya’yı 2 saniye ile kaçırarak Yarı Final şansını kaybettik. Neticede Final günü Batı Alman Boğalar ekibi birinci, bizim ilk gün deli gibi kovaladığımız Doğu Alman ekibi ikinci ve bir sene önce 68 Mexico Olimpiyatında da Bronz almış olan İsviçre üçüncü oldular.

Antrenörün ne demek istediğini anlamıştık. Dört Tek yarışından kısa bir süre sonra Erdinç’le İki Çiftemizi zar zor taşıyarak tekrar yarışa gittik. Bu yarışta da bir sene önce Mexico Olimpiyatında Altın Madalya alması beklenen İki Çifte ekibinden Bürgin ve yeni partneri ile yarıştık. Eski partneri Studach, geçen sene Mexico’da ilk yarışta finişe 300 metre kala kalp krizi geçirip zor kurtarılmıştı. Elimizdeki malzemeler ve antrenman metotları o kadar zavallıydı ki, sadece o yarışlara katılmak bile büyük bir cahil cesaretiydi.

İki Çiftede de 1500’e kadar gurubun içinde kalıp son beş yüzde nefessiz kalıyorduk. Aslında çok antrenmanlıydık, rakiplerimize bakıp son metrelerde nasıl bu kadar zinde kalabildiklerini merak ediyorduk. Bunu anlamamız için aradan seneler geçmesi, kitapların okunması ve batı dünyasından yaklaşık on yıl sonra Anaerobik antrenman metotlarının öğrenilmesi gerekecekti.

 

BOYASI AKAN FORMALAR

O Şampiyonada iki yarışa gireceğimiz için herkese bir forma verilirken bize iki adet verildi. İlk olarak girdiğimiz Dört Tek yarışı bittiğinde beyaz formanın üzerine kırmızı ay yıldızdan renkler akmış ve forma çirkin bir hal almıştı. Bir saat sonra İki Çifte yarışına girerken ikinci temiz formalarımızı giydik. Yarıştan sonra onun da boyaları akmıştı. Akşam otelde formaları yıkayıp boyaları çıkartmaya çalıştık, çıkmadı. Ertesi gün her iki yarışa da giderken utancımızdan formaların üstüne eşofman üstünü giyerek gittik, depar yerinde üstleri çıkarttık, yarış bitince gene giydik, boya bulaşmış formalarımızı sözde kimseye göstermedik. O sıcakta neden eşofmanla dolaştığımızı da anlamadılar sanırım…

 

PARTAL MODASI

Klagenfurt’ta yarışan dev yapılı, rakiplerini istedikleri zaman, istedikleri kadar geçebilen bir Dört Tek ekibi vardı. Alman “Bullen Vierer” Boğalar Dörtlüsü denilen bu ekip 68 gençliğinin tipik bir göstergesi olarak yarıştan sonra üstlerindeki pırıl pırıl Alman Milli Takım formasını çıkartıp partal, yırtık, sökük bir şeyler giyiyorlardı. Ayakkabıları eskimiş, sökülmüş perişan durumdaydı. Dünyayı protesto ettikleri her hallerinden belliydi. Bu rahat görüntü bizim de hoşumuza gitti, döndüğümüzde ne kadar eski eşofman, forma, ayakkabı varsa onlarla antrenmana çıkmaya başladık. Bizi giydirmek için çaba sarf eden, cebinden para harcayarak formalar yaptıran titiz idarecimiz İlter (Tekand) Ağabey tek kaşını kaldırıp perişan halimize bakar şaşardı.

 

KAÇAK KOKMUŞ AYAKKABI

Galatasaray Adasında üyeler arasında bizi seven, yarışlarımızı takip eden ve vakitlerini hep kayıkhanenin önünde geçiren üyelerin arasında bir Ahmet Kalmuk ağabeyimiz vardı. İki oğlu da yüzücüydü. Bizleri de çok severdi. Bir gün iş çıkış saatinde Ahmet ağabey koltuğunun altında gazeteye sarılı bir paketle adaya geldi. Baba Özerle birlikte kayıkhanenin önünde bezik masasını kurdu ve oyuna başlamadan önce kimse görmesin diye paketi kayıkhane kapısının hemen arkasına sakladı. Biz de paketi arkadan sessizce aldık, içeri gidip açtık. İçinden iki karton sigara çıktı. Erdinç’in leş gibi kokan spor ayakkabılarını birbirine bağlayıp aynı büyüklükte bir paket yaptık ve aynı gazete kağıdına sarıp yerine koyduk. Kayıkhanenin önünde Sevinç Tevs, Affan Baba, Sunullah Ağabey, Dündar Sukuti, Hatay Suna, Kudret Kaptan, Cengiz Kuban, Evin Saraçoğlu ve diğerleri merakla işin sonunu bekliyorlardı. Ahmet ağabey akşam hava kararırken kokan paketini alıp eve gitti. Yarım saat sonra adaya bir telefon geldi. Erdinç’i çağırdılar. Bu işi kimin yaptığını anlamak uzun sürmemişti. Sigaraları karısına Nazan ablaya hediye aldığını anlatıp geri vermemiz için yalvarıyordu. Tabii ki verdik. Bu tip şakalar pek sık yapılırdı, bazıları rahatsız edecek derecede olur, kantarın topuzu kaçardı ama gençlik işte, şimdi hepsini değil ama çoğunu gülümseyerek hatırlıyorum.

 

CIVIK ŞAKALAR

Avrupa’ya çıktığımızda kısa süre içinde evimizi özlerdik. Dönüşte Edirne’ye girince hemen ilk gördüğümüz köfteciye dalardık. İşte öyle bir gün Köftecinin yakınında otobüsü park ettiğimiz yerin yanındaki yolda kaldırım inşaatı vardı. Erdinç köfteciden biraz erken çıkıp otobüsün bagajını açtı. Federasyon 2. Başkanının valizini çıkartıp içine kaldırım taşı doldurdu. Bütün seyahat boyunca elindeki bir kağıttan karısının siparişlerini toplamasına çok gülmüştük. Şimdi ceza zamanıydı. Otobüs İstanbul’a geldiğinde ilk olarak onun evinin önünde durduk. Bizimkilerden biri aşırı bir hevesle aşağı inip onun bavulunu ağırlığını fark etmesin diye eve kadar taşıdı. Sonra neler olduğunu ancak bir sene sonraki ilkbahar yarışlarında öğrendik. Hanımı o kadar ağır bir valizden kim bilir neler çıkacak diye hevesle açtığında kaldırım taşlarını bulunca hepsini bizimkinin üstüne fırlatmış. Adamcağız “sizin yüzünüzden başıma neler geldi bir daha sizinle aynı otobüse binmeyeceğim” dedi.

Ama kadere bakın ki ertesi gün yarıştan dönerken öteki takımın otobüsünü kaçırınca gene bizim otobüse binmek zorunda kaldı. Beraberinde iki başka hakem daha vardı. Ön koltuklara kuruldular. Erdinç de çeteyi otobüsün arka tarafında toplayıp “şimdi bunlara ne yapalım da bir daha hakikaten bizim otobüsümüze binmesinler” diye planlar yapmaya başladı. Eski Ankara-İstanbul yolunu hatırlayanlar bilirler. Hendek yakınlarında yol kenarında küçük tekerlekler halinde taze kaşar satılırdı. Hakemler otobüsü durdurup peynir alışverişine indiler. Peynircilerin yanında başka bir tezgahta da köy ekmeği satıyorlardı. Erdinç ekmek tezgahının yanına gitti. Ben otobüsün merdiveninde durup yukarıdan durumu kontrol edip alınan kaşarları saymaya ve ona seslenmeye başladım. Hakemlerin aldığı her tekerlek kaşara karşılık bir ekmek aldık. Bunlar da hiç akıl edemediler “çocuklar bu kadar çok kuru ekmekle ne yapacaklar” diye. Otobüs yola çıktı. Arka tarafta adamların bütün peynir paketlerini açtık. Ekmeklerin içine peynirleri kalın kalın kesip tıkıştırıp otobüsün ön tarafına servis yapmaya başladık. Sıra bunlara geldi. Dümenci içi peynir dolu ekmeği götürdüğünde “Celal abinin peynirlerini yürüttük, çaktırmadan millete dağıtıyoruz” dedi. Bunlar da çok sevindiler arka tarafa dönüp bana doğru baktılar. Hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi davranıp el salladım. Birbirlerine beni işaret edip gülerek peynir ekmekleri yuttular. Sonradan benim otobüsten inmediğimi ve hiç peynir almamış olduğumu akıl ettiler. Arka tarafa gelip torbaları kontrol edince tuzağa düştüklerini anladılar. İş kahkahalarla tatlıya bağlandı. Bu tip şakalar bazen biraz eşek şakasına da dönüşse işin tuzu biberiydi. Fazla rahatsız edici olanlarına da cesaret edebilsem bu yazı epeyi uzardı.

 

 

GEÇİLMEZ ARMADA

1970 yılında Erdinç’in önderliğinde çift küreği bırakıp tek küreğe döndük. Mehmet Ayata ve Ahmet Şenkal ile kurduğumuz Dört Tek ekibi iki yıl boyunca hiç geçilmeden kulübümüzün üçüncü Geçilmez Armadası oldu.

Bütün bu yıllar boyunca yaz sezonunda çift antrenman yapardık. Sabah çok erken saatte denize inip Boğaz Vapurları suyu bozmadan dönmeye çalışırdık. Bu arada Erdinç kardeşi Fethi ile birlikte daha da erken kalkarak geceden attığı ağları çekerek balık yakalıyor, daha sonra da gün boyunca midye toplayıp ayıklayarak geçimini temin ediyordu. Evde annesinin yanında sorumlu oldukları ikiz kız kardeşleri Sevil ve (Rahmetli) Sevgi de vardı.

Haftanın belirli günlerinde Boğaz’ın çeşitli kıyılarından özel kepçelerle toplanan midyeleri Adadaki tekne iskelesine getirip hep birlikte ayıklardık. Bu işlere Kayıkhanemizin devamlı misafirleri Baba Özer (Salnur) ile Kudret Kaptan (Sengül) de katılırdı. O günlerin sohbetleri bizlerde unutulmaz anılar bıraktı.

 

CAHİT USTANIN GÜVEÇİ

Özellikle Kudret Kaptan’la adanın iskelesinde oturur midyeleri ayıklarken hayattan, onun eski günlerinden, bizim yarışlardan bahseder, güneşin tadını çıkartırdık. Biz hazır olunca Cahit Usta eski, büyük bir güveç kabını esas maddesi midye olmak üzere çeşitli malzemeler ile doldurur ve küçük bir gaz tüpünün üstünde yavaş yavaş pişirirdi. Ekmekleri içine daldırıp son damlasını bile sıyırıp güveci pırıl pırıl bırakırdık. Güveç hazırlanırken dümenciyi sandalla Kuruçeşme’ye gönderir taze ekmek, yeşil salata, taze soğan ve o zamanların en popüler içkisi olan büyük şişelerdeki ucuz Hethiter şarabından aldırırdık. Cahit Usta rakı içerdi. Bize ağır gelirdi. Rakının birinci bardağında kahraman kesilip ikinci bardakta kadere küsüp ağlamaya başlayan içki içmesini bilmeyen birçok sabıkalı arkadaşımız vardı.

 

KRAÇALAR

Adanın güneye bakan büyük havuzu güneşin batma saatlerinde küçük istavritler (kraçalar) ile dolardı. Erdinç bir çökertme ağ düzeneği kurarak her akşamüstü kovalarla balık yakalar, bir kısmını lokantaya verirdi. Balıkların büyük kısmını kayıkhanenin önünde kurduğumuz portatif mutfakta pişirip yerdik. Adanın sosyal bölümünün üyeleri lokantada yemek yerine kayıkhanenin önünde bizimle olmayı tercih ederlerdi. Bu küçük topluluk aynı zamanda bütün yarışlarımıza da gelip kendi çapında bir taraftar gurubu oluşturmuştu. Bize verdikleri moral çok büyüktü.

 

KÖFTEYLE İNTİKAM

O yıl Ankara-Mogan Gölünde yapılacak olan Türkiye Şampiyonasında kulüp bize her zamankinden biraz daha iyi bir otelde yer ayırttı. Yarışlardan sonra sıra harcırahları dağıtmaya gelince idarecimiz Özer ağabey o yıl kaldığımız otelin pahalı olduğunu ileri sürerek paraya el koydu. Kulübün o küçücük paraya tamah etmesine çok sinirlenmiştik. Özer ağabey ortamı sakinleştirmek için bizi akşam yemeğine götüreceğini söyledi. Tekneleri homurdanarak otobüse yükledik ve Ankara’ya indik. Şöför şehrin içinde uzun uzun döndü dolaştı sonunda bir yere park etti, “tamam geldik” dediler. İndik, bir de ne görelim akşam yemeğine geldiğimiz yer İnegöl Köftecisi. Daha çok sinirlendik. Bunu cezalandırmamız gerekecekti. Bütün ekibe yiyebildikleri kadar çok yemelerini fısıldadık. Köfteyle intikam alacaktık…

Köfteci herhalde hayatında tabaktakileri bu kadar çabuk yutan bir müşteri topluluğu görmemiştir. Önceleri düzgün bir şekilde kağıt kalemle sipariş almaya çalışan garson kısa sürede durumu kavradı ve ocağa “elinde ne varsa ızgaraya at” diye komut verdi. Gerçekten de adamın stokdaki bütün köfteleri bitti. İçeri girmek isteyen başka müşterilere “kapattık” dediler. Neticede Erdinç ve Ahmet 11’er porsiyon köfte yediler. Mehmet’le ben 9’ar tabak yiyebildik. Tabii bu arada salatalar ve ayranları da eklersek başarılı bir şekilde hesabı ödenmez hale getirdik. İntikam alınmıştı. Yemeğin sonunda gövdemizi masadan zor kaldırdık. İki büklüm bir vaziyette lokantadan dışarı çıkıp camdan Özer ağabeyin hesabı nasıl ödeyeceğini seyretmeye başladık. Gelen hesabı görünce inanamadı, tek tek kontrol etti. Durumu anlamamıştı. Herhalde bir kısmını da cebinden ödeyerek lokantadan çıktı. Bu kadar çok yiyebildiğimize inanamamıştı. Kendimizi otobüse zor attık. O şişkinlikle yola çıkar çıkmaz uyuduk.

Sabaha karşı İstanbul’a yaklaştığımız sıralarda otobüsün içini iğrenç bir koku kapladı. Herkes uyandı ve kokunun çıkış noktasını aramaya başladı. En arka sırada oturan Mehmet elinde kağıda sarılmış bol soğanlı köfte ekmekle yakalandı. Diğerleri kadar çok yiyemediğini düşünerek birkaç tane de yol için sardırmış. Özer ağabey bunu görünce “ben hesabı öderken bir numara döndüğünü anlamıştım zaten” dedi. O hala lokantada o kadar yediğimize inanmıyordu. Aradan zaman geçtikçe biz de “bu kadar nasıl yedik” diye konuşur ve aramızdaki adıyla “Bir Milyon Kokmuş Köfte” macerasını iftiharla anlatırdık.

 

6.40

70 ve 71 yıllarında Dört Tek yarışından hemen sonra Erdinç, Ahmet Şenkal ile beraber İki Tek Dümencisiz yarışına giriyor, Ben de Mehmet Ayata ile İki Tek Dümencili yarışına girerek bir dümenci, dört kürekçi ile üç yarış kazanıyorduk. 1970 ve 1971 yıllarında bu ekip ile milli takımda da birçok uluslararası yarışa katıldık. 1970 Villach’ta 13 Eylül Pazar günü yapılan yarışta Erdinç Karaer – Celal Gürsoy – Mehmet Ayata – Ahmet Şenkal – Dümenci Hüseyin Özer’den kurulu ekip kürek tarihinde ilk kez 6.40 çekerek Doğu Alman Dinamo Potsdam’ın ardından ikinci olurken Batı Alman Berlin ve Yugoslav Jadran Rijeka ekiplerini geçti. Bu başarının arkasında hava şartları ne olursa olsun her sabah saat altıda çıkılan eziyetli antrenmanlar, akşamüstü de denize inmeden önce Kuruçeşme kıyısından Etiler-Ulus’a kadar yapılan inanılmaz zorlu bir kros çalışması vardı.

 

TEKNE TAMİR ETME REKORU

Nefesimizi kesen soğuk sulardan biriyle hani o kimsenin istemediği ama gene de sesini çıkartamadığı eziyetli, soğuk ve yorgun başlayan sabah antrenmanlardan birinde buluştuk. Yaz başında olmasına rağmen hava koyu gri, deniz lacivert, sevimsiz ve soğuktu. Adadan dört tek dümencili ile indik. “Geçilmez Armada” adını alan ekibimizin altın zamanlarıydı. Üstümüze su sıçratmamaya dikkat ederek nazik nazik çekerek Akıntıburnu’na geldik. Hava çok dalgalı değildi. Akıntıya normal şekilde teknenin burnunu verip suyun çok hızlı akmadığı kıyıya yakın bölümden Bebeğe doğru gitmek istedik. Aniden akıntıyla birlikte hızla aşağıya inen hayalet gibi bir balıkçı motoru karşımıza çıktı. Onun yaptığı yasaktı ve çok tehlikeliydi. Akıntıyla birlikte akarken kıyıdan değil açıktan gelmesi gerekirdi. Ancak akıntıya karşı çıkanlar kıyıdan giderlerdi. O saatte nasıl olsa kimse olmaz diye kaptan kısa yolu seçmişti. Bize çarpmadı ama bir metre açığımızdan suyu kabartarak geçti. Çıkarttığı keskin dalga tek seferde üstümüzden geçti ve hemen battık. Hepimiz birkaç saniye isyan ederek inanmadan durduk sonra küreğimizin takılı olduğu dirseğin aksi tarafından suya atladık. Tekneyi kırmamak için bunu hızlı yapmak zorundaydık. İçine düştüğümüz buz gibi suda ilk şoku atlatınca sinir tepemize vurdu. Motor derhal tornistan basıp yanımıza geldi. Bu arada akıntı bizi döndüre döndüre açığa doğru sürüklüyordu. Balıkçılar ip attılar. Motora tırmandık. Biz “dur yapma” diyemeden kancalarla tekneyi de yakalayıp içeri çekiverdiler. İçindeki suyu akıtmayı beklemedikleri için ne yazık ki teknenin ince gövdesinde uzun bir çatlak oluştu. Küfür ederek adaya gittik. Bizi iskeleye indirdiler. Kaçıp gittiler. Kırık tekneyi Cahit Ustanın tezgahına bıraktık. Duşları yakacak gaz olmadığı için buz gibi sularla duş aldık ve canımız çok sıkkın olarak evlerimize döndük. Yarış zamanı olmadığı için teknenin tamiri bir problem yaratmadı, 2-3 günde işi tamamlandı ama olan bizim antrenmanlara oldu. O günden sonra birkaç gün akıntıya girerken kaçak gelen motor var mı diye endişeyle uzun uzun dönüp bakmıştık.

 

BİKİNİLİ HANIM

Bir akşamüstü Dört Teki yavaş yavaş kayıkhaneden dışarı çıkarırken birden bire bizim iskelemizin ilerisine bağlanmış bir kamaralı motor dikkatimizi çekti. Adanın zengin üyelerinden birinin teknesiydi. İçinde bikinili bir bayan motorun iplerine astığı ve güneşte kuruttuğu diğer bikinisini alıp kamaraya doğru inmeye başladı. Bizde yavaşladık. Zamanlamayı tam yaparak o kamaraya indiğinde biz de tekneyi hemen motorun önünde suya koyduk. Kamaranın pencereleri biraz yukarıda kalıyordu. Aceleyle kürekleri tekneye taktık ve gözler kamaranın penceresinde kıyıdan açıldık. O anda fark ettik ki açıktaki küreklerin kelepçelerini kapatmayı unutmuşuz. Durumu kurtarmak mümkün değildi. Tekneye soldan binip sağdan hep birlikte denize yuvarlandık. Dümenci durumu farkında olmadığı için bu da yeni bir şaka mı diye şaşkın ve ıslak suratımıza bakıyordu. Ada kahkahalardan kırılıyordu. Rezil olmuştuk. Köfte Ahmet hemen fırsatı değerlendirdi. Megafonu eline almış “bir şey görebildiniz mi geri zekalılar” diye yayın yaparak tezahürata katkıda bulunuyordu. Tekneyi boşaltıp suda bıraktık, aceleyle kuru formalar giyip hemen açıldık. Bayan bikinisini değiştirmiş güvertede güneşleniyordu. Bize şöyle gözünün ucuyla bir bakıp başını çevirdi. Böyle ter kokan kürekçilere ilgi duymadığı belliydi.

O antrenman çok sert geçti. Köfte bizden intikam alır gibi ağır bir çalıştırma yaptı. Bizde kendimize acımadan küreğe asıldık. Akşam döndüğümüzde motor gitmişti. Hoş, orada olsa da bizde de ilgi gösterecek hal kalmamıştı zaten. Bu fiyaskodan bir daha hiç bahsetmedik. Sporcular arasındaki sessiz anlaşma yürürlüğe girmişti. Birbirimizle alay ederdik, şakalaşırdık ama küçük düştüğümüz durumları hemen unutmak ve bir daha hiç bahsetmemek herkes için daha iyiydi.

 

DÖRT TEK’İ BATIRAN BALIK

Ankara’da yapılan milli takım çalışmalarından birinde de çok ilginç bir kaza olmuştu. Sınavlarım dolayısıyla kamp sırasında üç kez uçakla sabah ilk uçakla İstanbul’a imtihana gelip öğleden sonra Ankara’ya dönüp antrenmana yetişiyordum. Bir gün gene bu uçuş-imtihan-uçuş trafiğini tamamlayıp otele geldiğimde bütün ekibi üzgün bir şekilde oturmuş tartışırken buldum. Sabah antrenmanında ne olduğunu anlamadıkları büyük bir balık tekneye kafa atıp kocaman bir delik açıp kaçmıştı. Hemen batmışlar ve motorun yardımıyla tekneyi kıyıya çekmişler. Tamir için hemen İstanbul’dan Cahit Ustayı getirtmek üzere harekete geçmişler. Keyfimiz kaçmıştı. Birkaç gün Mogan kulübünün İtalyan yapımı Salani marka teknesiyle çalıştık. Cahit usta iki günde tamirini bitirdi. Ben gene bir uçuş-imtihan-uçuş trafiğinden sonra otele geldiğimde bu sefer herkesi acayip bir kasılma ve memnuniyet içinde buldum. Tekneyi batıran balığı bulmuşlar, kafasına bir kürek patlatıp öldürüp teknenin içine almışlar. Akşam kızartıp yiyecekmişiz. Hakikaten anormal büyüklükte bir Turna balığıydı. Balık herhalde tekneye çarptıktan sonra sakatlanmış ve gölün bir tarafında sazlıkların arasında yaralı bir vaziyette bulunmuştu.

 

İKİ ÇİFTEYLE BALIK AVI

Şu kafasına bir kürek patlatma işini biz Erdinç’le daha önceleri iki çiftedeyken çok yapmıştık. Belirli zamanlarda Mogan gölünde Alyanak denilen pullu ve karnı kırmızımsı renkte balıklar suyun üstünde öbeklenir ve yüzlercesi bir arada zıplamaya başlarlardı. Erdinç küreklerinden birini çıkartıp suya vurmak üzere hazırlanıp palasını havaya diker, diğerini de sudan çekip kucağına alırdı. Ben de yavaş yavaş siyayla tekneyi geri geri sürüye yaklaştırırdım. Yeterli bir yakınlığa gelince Erdinç küreği giyotin gibi keskin tarafıyla hızla suya indirirdi. Mutlaka bir kaç balığı ya öldürür ya da sersemletirdik. Hemen yanaşıp yakalayabildiğimiz balıkları teknenin içine doldururduk. Tatlı su balığı hiç bir zaman bize deniz balığının tadını vermezdi ama onu avlamanın verdiği zevkle pek beğenmesek de yanında bol soğanlı yeşil salata taze ekmek ve devamını helvayla zenginleştirip yerdik.

Mogan Kulübünde bizim İki Çifteyi yakından takip eden, Ankara’da olduğumuz sürece bütün maceralarımıza katılan, bol bol fotoğraf ve film çeken bir Önder Ağabey vardı. O yıllarda TRT’de çalışırdı. Onun arşivine ulaşabilsek kim bilir ne güzel resim ve filmler bulabiliriz…

 

BELGRAD’DA KOKMUŞ BALIK

Tadını bu gün bile nedense unutamadığım başka bir yemek de Belgrad’da Yıldıray ile Erdinç’in bizi götürdüğü garip bir lokantada yediğimiz kokmuş balıklardı. Ankara’daki uzun kamp süresince balık hasretimiz artar, Erdinç’le birbirimize şimdi bir Lüfer olsa, Palamut olsa diye işkence yapardık. Avusturya seyahatlerimizde iki yıl arka arkaya Belgrad’da öğlen yemeği için durduk. Ana cadde üzerinde kokusundan ne olduğu belli olan büyük bir balıkçı lokantası vardı. Eski bir tiyatro salonu lokanta haline çevrilmişti. Bir zamanlar çok uğraşılarak yapılmış oymalı kakmalı balkon localarında bile masalar vardı ve öğlen saati tıklım tıklım dolu olurdu. İşin enteresanı o koca lokantada sadece iki tip balık bulunurdu. El kol işaretleri ile anlaşarak ya küçük balık ya da büyük balık siparişi verirdik. Küçükler Sardalya, büyükler de Uskumruydu. Masalardaki Yugoslavlara dikkat ettik. Genellikle küçük balıktan parmakla işaret yapıp ikişer üçer porsiyon söylüyorlardı. Büyük balık isteyenler kol işareti çekip sipariş veriyorlardı. Aynı kol işaretini Türkiye’de yapsalar kesin olarak garsondan dayak yerlerdi. Garson bir kere uğrar bütün siparişleri alır, bir süre sonra da kollarında dizilmiş bir sürü tabakla eksiksiz olarak hepsini getirir, bir karış suratla tabakları masaya atar giderdi. Bir daha sadece hesabı almaya gelirdi. Arada başka bir şey daha sipariş etmek imkansızdı. Ortalıkta komi, yardımcı garson falan da bulunmazdı. O yıllardaki değişmez şöförümüz eski Fenerbahçeli kürekçi Yıldıray “Torik” diye bağırınca garsonlar hemen koşarak gelip sipariş alırlardı. Toriğin Yugoslavcada ne anlama geldiğini veya çağrıştırdığını öğrenemedik ama bu sayede servis üstünlüğü sağlamıştık. Uzun ve sıkıcı yolda mola verip şu kokmuş balığı yiyebilmek bizim için çok önemli bir olaydı. İstanbul’a döndüğümüzde geride kalan arkadaşlarımıza ne müthiş balıklar yediğimizi abartarak anlatır onları kıskandırırdık. Avusturya’daki otellerde de sofraya birkaç kez balık dedikleri bir şeyler gelmişti ama bunlar okyanus balıklarından kesilmiş börek gibi kızartılmış tadı olmayan et parçalarıydı. Nerede bizim kıraçalar…

 

BALKONDAKİ BİKİNİLER

1969 Klagenfurt yarışlarında unutamadığım bir olay yaşandı ve uzun seneler bütün kürek camiasında “elde bir deste gül ekibi” sloganıyla anıldı. Yarışlara federasyondan ilgili ilgisiz bir sürü adam gelmişti. Sporcudan çok idareci vardı. Kafilemizi cennet gibi bir göl olan Wörthersee’nin etrafındaki küçük köylerden birindeki üç katlı bir otele yerleştirdiler. İdareciler hiç vakit kaybetmeden sivil kıyafetlerle etrafta dolaşmaya çıktılar. Aynı hafta sonu gölün başka bir ucunda Dünya Su Kayağı şampiyonası yapılıyormuş. İngiliz Kız Milli takımı da bizim otelin ikinci katındaymış. Biz de bunu bir kenara not ettik. Bizim idarecilerin köyde havalı havalı dolaşmaları sinirimize dokundu. Biz genellikle antrenmanlarda olduğumuz için playboy haberlerini otobüs şöförümüzden alıyorduk. O da bu rezilliğe şaşmakta, kızmakta ve uzak durmaktaydı. Evli barklı, mevkii sahibi adamların Avrupa’ya çıkınca nasıl çocuklaştığına o da akıl erdiremiyordu. Başkan Eftal beyin de aklı bizde olduğundan etrafındaki manevraları görmüyordu. Bizimkiler işi fazla sıkıcı bir noktaya getirince Erdinç’le birlikte bunlara bir ceza vermeyi düşündük. Alt katımızda kalan İngiliz kızlar bikinilerini kurutmak için balkona asıyorlardı. Hava kararınca elbise dolabımızdaki tel askıları açıp söküp düzleştirdik, birbirine ekleyerek tellerden uzun bir kanca yapıp alt balkonlardaki bütün bikinileri topladık. Hepsini bizim idarecinin balkonuna attık. Sabah dışarıda bir gürültüler oldu. Kızlar bikinilerin izini bulmuş bizim idarecileri sapık diye azarlıyorlardı. Gülmekten yerlerde süründük. Bütün takım bizim yaptığımızı anlamıştı ama idarecilere bir şey belli edilmedi…

Kayak yarışlarında kızlar kupalar kazanmışlardı, yarış sonrasında büyük bir parti verdiler. İdareciler korkularından içeri giremediler. Cezalarını dışarıdan bizi seyretmek zorunda kalarak çektiler.

 

DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ

Ondan sonraki günler vukuatsız geçti ve son yarış da bittikten sonra takıma izin verildi, biz de dört tek ekibi olarak akşam otelden biraz uzaklaşmak istedik. Otelin yakınında bir bar vardı. Yorgun bir şekilde ayaklarımızı sürüyerek oraya gittik. Birer Dortmunder Union birası söyledik. Bu her yerde ilanlarını gördüğümüz bir bira markasıydı. Çok bilirmiş gibi barmene hava attık. Meğerse alkol derecesi en yüksek olan biraymış. İki şişe sonra hepimiz sarhoş olduk. Birbirimize ne kadar kahraman olduğumuzu anlatıyorduk. Daha ağlama kadehlerine sıra gelmemişti. Barın bir köşesinde kasabanın esnafı oturmuş beraberce Almanca şarkılar söylüyorlardı. Bize de ilgi gösterdiler. Kısa bir tanışma sohbetinden sonra “bir şarkı da siz söylesenize” dediler. Bildiğimiz tek ortak şarkı olan “Dağ Başını Duman Almış”ı söyledik. Çok etkilendiler. Daha tempolu bir şarkı söylediler. Sıra gene bize gelmişti. Bu sefer zar zor “Harbiye Marşı”nı patlattık. Ne de olsa 60 ihtilalinin üstünden sadece 9 yıl geçmişti ve bütün askeri marşları o yıllarda radyodan ezberlemiştik. Müziğin ve sözlerin yarattığı şiddet ve bizim kaşlarımızı çatıp bütün ciddiyetimizle söylediğimiz marşlar adamları hayrete düşürmüştü. O kafayla neredeyse kalkıp olduğumuz yerde uygun adım sayacaktık. Onlar bir şarkı daha söyleyince bizde repertuar bitti. “Son defa söylüyoruz tamam mı” dedik. “Tamam” dediler ve biz ayağa kalkıp avaz avaz İstiklal Marşımızı söyledik. Adamlar ezilmişlerdi. Avusturya köylülerini sahneden silmiştik…

Onları şaşkın bir halde bırakıp bize bir şarkı daha söyletmesinler diye aceleyle bardan çıktık yolun alt tarafındaki otele doğru uygun adım yola koyulduk. Adamları nasıl da mat ettiğimizi birbirimize anlatıp gülüyorduk. Birdenbire otelin karşı köşesindeki sokak lambasının altında bizim ekipten iki kişiyi takım elbiseleri ve ellerinde birer demet çiçekle beklerken görünce bizde ipler koptu. Kızlar gelmemişti ama bizimkiler hala bir ümitle beklemeye devam ediyorlardı. O anda ve orada olayın adını “elde bir deste gül” ekibi” koyduk. Yıllarca esprisi devam etti. Hep birlikte otelin barına gidip kahpe felek (!) uğruna birer bira daha içtik.

 

KOÇERKA

1971 yılında Viyana Uluslararası yarışlarına ve Kopenhag Avrupa Şampiyonasına katıldık.

Viyana’da yarışın başında rakipleri kaçırdık en sonda kaldık, yarış ortalarında birer birer yakalamaya başladık, sonra birden bire yarışın bitiş düdüğünü duyduk. Dönüp baktığımızda ikinci geldiğimizi ve neredeyse birinci olan tekneyi geçmek üzere olduğumuzu fark ettik. Acemi dümenci bizi uyarmamıştı. Tekneyi iskeleye çıkartınca dümenciyi koruyabilmek için Erdinç’i iki kişinin tutması gerekmişti.

İki ay sonra Kopenhag’da Avrupa Şampiyonası için Federasyon İtalyan Donoratico firmasından bir tekne kiralamıştı. Teknenin ayarını bir türlü yapamadık. Güneşin altında defalarca suya inip çıktık, teknede bir gariplik vardı ve biz bunu bulamıyorduk. Bizimle aynı yerde konaklayan Polonya Milli Takımının antrenörü iki kez Olimpiyat Bronz Madalyalı Tek Çifteci Koçerka yardıma geldi. O da anlamadı, sonunda dümencinin yerine oturdu, tekneyle açıldık, birkaç kürek sonra sorunu anlamıştı. Teknenin omurgası çarpıktı. O tekneyle iki gün yarıştık. Federasyon çok para harcanmasın diye kullanılmış (ama gerçekten çok kullanılmış) bir tekne kiralamıştı. Acınacak haldeydik…

Kulüplerimizdeki durum da daha iyi değildi. Eldeki yeni tekneleri antrenmanda da kullanarak riske giriyorduk. Özellikle Boğazda antrenman yapmak birçok kazayı beraberinde getiriyordu.

Boğazda gemi ve motor trafiği arttıkça kürek çekmek de giderek zor ve tehlikeli bir hal alıyordu. Geçen yıllar boyunca günde iki kez yapılan antrenmanlarda gerek İki Çifte, gerekse Dört Tek ekibi olarak birkaç ciddi kaza geçirdik, teknemiz hasar gördü ancak Adada bize destek olan ciddi bir ekip vardı. Başta Emin (Gezgöç) Hoca olmak üzere usta marangoz, tekne yapımcısı İstinyeli Cahit (Tansu) Usta hasar gören tekneleri en kısa zamanda, gerekirse sabaha kadar çalışarak tamir ediyor ve yarışa hazır hale getiriyorlardı. Yapılan ağır antrenmanların yanında en azından böyle bir destek ekibinin olması bizim için büyük bir şanstı.

 

AĞIR ANTRENMANLAR

O kış Boraniç Kilyos’u keşfetti! Kumda koşmanın sağlığa çok faydalı olacağını söyleyerek yağmur fırtına dinlemeden sık sık hafta sonlarında bizi Kilyos’a götürmeye başladı. Kumun ıslak bölümünde değil de kuru ve koşulması daha zor olan kısmında önce on kilometre kadar koşup sonra da kıyıya inen yaklaşık 30-40 basamaklı merdivenlerde sırtımızda partnerimizle birlikte koşarak tırmanma setleri yaptırırdı. Kışın kilo aldığımız için ben yaklaşık yüz kilo çekerken Erdinç 115-120 kilo arasındaydı. Sırtımda onunla merdivenden yukarı koşarken Boraniç de alay edermiş gibi “hayde, hayde daha çabuk” diye bağırırdı. Bu insanlık dışı (!) antrenmanların mükafatını yarışın son beş yüz metresine geldiğimizde alırdık. Rakiplerin pili bittiğinde bizim bacaklarımız hala sekiz silindirli ralli motoru gibi çalışırdı.    

 

OLİMPİYAT HAYALİ

1972 yılında Ahmet ve Mehmet küreğe ara verdiler, Erdinç’le ikimiz hem İki Tek Dümencili, hem de İki Tek Dümencisiz yarışlarına girdik. Kış aylarından başlayarak antrenörümüz Boraniç’in gözetiminde Fenerbahçe’den Mustafa ve Elfi ile Dört Tek Dümencili antrenmanları yaparak Olimpiyatlara hazırlandık. Ekip 6.40 çekebiliyordu, bu derece Olimpiyatta Yarı Final derecesi olabilirdi (Nitekim öyle de oldu ama ne yazık ki başka ekipler için!)

Olimpiyatlara kayıt zamanı geldiğinde Arnavutköy’deki komşumuz Galatasaray Kongre Üyesi Münih Konsolosu Okan Gezer ağabeyin öncülüğünde Münih Olimpiyat Köyünde yerlerimiz ayrıldı, kapılara isimlerimiz yazıldı, Okan Ağabey her fırsatta adaya gelerek antrenmandan sonra kayıkhanenin önünde düzenlediğimiz balık partilerine katıldı.

Erdinç 14 Temmuz 1972’de Katrin ile evlendi. O yıl Ada’da yapılan sabah antrenmanlarında Katrin, Yöneticimiz İlter Tekand ve Emin Hoca ile bütün takıma mükellef kahvaltılar hazırladılar. Hemen herkes bir işte çalışıyordu ve gün boyunca sağlıklı ve yeterli beslenme şansı bulamıyordu, bu kahvaltılar sayesinde o sene sabah antrenmanları unutulmaz anılarla doldu. Katrin’in Bacon Eggs’lerine Emin Hoca tereddütle uzaktan bakıyordu. İlter Ağabeyin evde yaptırıp getirdiği büyük boy bademli kayısı reçeli kavanozlarının iki günde bitmesi karşısındaki şaşkınlığını hala hatırlarım. Çok güzel günlerdi…

Türkiye Şampiyonasında biz dümencili ve dümencisiz her iki İki Tek yarışını da aldık ve milli takım kampına katılmak üzere çantalarımızı hazırlarken Fenerbahçe Yöneticisi karma dört tek ekibine izin vermeyeceğini açıkladı.

Federasyon yetkilileri ve Boraniç yöneticiyi ikna edemeyince çaresizlik içinde Ankara’da bir test yarışı düzenlendi ve 6.50 baraj kondu. Biz kulübümüzden Ateş Yasa ve Dündar Tunca ile bir günde kurduğumuz dört tek ile testlere katıldık. Fenerbahçe ve Mogan ekipleri ile üç kez parkur çektik. Kimse değil 6.50, yedi dakikanın altına bile inemedi. Fenerbahçeli yönetici inat etmeye devam edince Federasyon Olimpiyata gitmekten vaz geçti. Fanatik bir idarecinin mantıksız kaprisi hem bizim hem de kendi sporcularının hayatta bir kez karşımıza çıkabilecek bir fırsatı öldürmüştü.

Erdinç o kızgınlıkla küreği bıraktığını açıklayıp askere gitti. Önümüzde bir hedef kalmamıştı.

 

50.YIL

1973 yılı ilkbaharında tekrar yarışlar başladı, ben Beykoz’dan transfer edilen Refik Cin ile İki Tek Dümencili çekmeye başladım, Erdinç de Fenerbahçe’ye transfer oldu, kurduğu Dört Tek ile şampiyonaya katıldı. O yıl Cumhuriyetin 50. Yılı kutlamaları kapsamında Ankara’da Uluslararası bir kürek yarışı düzenlendi. Yugoslav ve Bulgar ekipleri geldi. Milli Takım kampında Boraniç Erdinç’in dört tek ekibinin arasına beni hamla sırtına koydu ve aynı zamanda Refik ile iki tek yarışına da ismimi yazdı. Dünya Şampiyonalarında derece yapmış olan ülkelerin ekipleri ile başa baş yarışlar çıkarttık.

 

ERDİNÇ FENERBAHÇE’DE

Erdinç küreği Fenerbahçe’de bıraktı. Aşağıdaki resimlerde sarı lacivertli forma ile kurduğu Dört Tek ve Sekiz Tek ekiplerinin resimlerini göreceksiniz.

 

ÖZEL HAYAT

Katrin, iş ve ev hayatının yanı sıra antrenmanlarda ve yarışlarda Erdinç’e destek olmaya devam etti. Aile hayatı devam ederken 1974 yılında Kerim Jürgen doğdu, 1978 yılında da Can Luka’nın doğum haberi geldi.

İlerleyen yıllarda Erdinç 63 yaşında torun sahibi oldu. Kerimin kızları Tansa Helga 2007’de ve Katrin Defne 2009’da doğdular.

Erdinç birçok hastalık geçirdi, Katrin’in fedakarlıkları yanında kürek dünyasından dostları onu yalnız bırakmadı, 18 Mayıs 2015’te 71 yaşında hayata veda etti.

Usta bir kürekçi ve ağabeydi. Kürek çektiği kulüplerde gençlerin idolü olarak önemli bir yeri vardı. Antrenman yapmayı çok severdi, ekibinin hatasız olması için büyük dikkat ve emek sarf ederdi. Üzerimdeki emeği büyüktür. Benden altı yaş büyük olmasına rağmen kendisine “ağabey” diye hitap etmemi istemezdi. Türkiye’de onunla girdiğim hiçbir yarışta geçilmedim. Adı ve ünü önde gelirdi, rakiplerinin saygı duyduğu bir yarışçıydı.

Erdinç, çok değer verdiğimiz antrenörümüz (Rahmetli) Mita Boraniç’in antrenmanlarında öğrendiklerimizi, duyduklarımızı büyük bir titizlikle not etmiş ve Katrin’in yardımı ile daktiloyla yazıp bir kitap haline getirmişti. Bu gün kıymetli evrak olarak saklıyorum.

Toprağı bol, mekanı aydınlık olsun.

Celal Gürsoy, 09.04.2017

NOT: Her kulüpten o yılları beraber yaşadığımız kürekçi arkadaşlarıma sesleniyorum: Erdinç ile ilgili resim, bilgi ve anı ileterek bu belgeseli geliştirip büyütmeme yardımcı olursanız çok sevinirim.

 

 1965 Anadoluhisarı forması ile

 1965 Yarışa giderken

 1965 Birincilik fotoğrafı

 1965 Kırmızı Birincilik Bayrağını alırken

 1965 Sofya Kafilesi

 1965 Sofya Kafilesi Kapıkulede işlemlerin bitmesini beklerken

 1966 Bulgaristan Yarışı

 1966 Erdinç Karaer, Vural Cin

 1966 Hereke, Sarı Kemal ve Erdinç

 1966 Bled Dünya Şampiyonası Kafilesi

 1967 Erdinç Galatasaray’da

 1967 Kazanılan Kupalarla

 1967 Sapanca Millli Takım Kampı Mehmet Yavaşoğlu ile

 1967 Sofya Kafilesi

 1968 Celal Gürsoy ile

 1968 Mogan Türkiye Şampiyonası

 

 

 1968

 1968

 1968 Tek Çifte yarışından sonra Emir Turgan ve Şeref Cenger ile

 1968 Şampiyon Kadın Dört Teki ile

 1969 Ankara

 1970 Kartal, Geçilmez Armada

 1970

 1970

 1970

 1970

 1970

 1970

 1970

 1970

 1970

 1970 Ahmet Şenkal ile

 1970

 1970

 1971

 1971

 

 1971

 1971

 1971 Viyana Kafilesi

 1971 Viyana

 1972

 1972

 1972 Adada İlter Tekand ve Toros Hakgör ile Olimpiyatları seyrederken

 1973

 1973

 1973

 1973

 1973 Villach kafilesi

 1973 Villach

 1973 Villach, Mustafa Yurdagül ve Celal Gürsoy ile

 1974 Villach, Celal, Kenan, Tamer

 Emir Turgan ile

 Erdinç, oğlu Kerim ve torunu Defne ile

 Erdinç, 43 yıllık eşi Katrin ile

 

Celal Gürsoy, 09.04.2017

 

 

 

Reklam