Sevgili Yeğenim Canan Sayar’ın Levantenlik üzerine bir yazısını gururla yayınlıyorum:

LEVANTENLİK NEDİR?

PLAN:

v  Levantenlik

v  Scognamillonun kitabı

v  Röportaj

v  Beyoğlu sokaklarında Avrupa etkisi

v  Değişen Beyoğlu’na bir örnek: Tomtom Mahallesi

v  Beyoğlu nostaljisi

union_fr   Union Française

LEVANTENLİK NEDİR?

Bu konunun üzerinde durmak istedim çünkü herkesin bir başka levanten tanımı var, bu da tanımlayıcıların kişisel tarihleriyle ilgili bir durum aynı zamanda. Yaşanmışlıklar ve hissiyatların üzerine kökenler de eklenince herkesin başka bir levanten tanımı çıkıyor ortaya. Tabi burada bilimselliğe de önem vermiş isim ve kuruluşların tanımlarından yararlandık.

Levanten denildiği zaman anlamamız gereken, Yakın ve Orta Doğu’da ve özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan  Müslüman olmayan halklardır.

Redhouse’da ise  ‘levantine’ sözcüğünün tanımı ‘Yakın Doğuya ait, Yakın Doğu’da ticaret yapan. Yakın Doğu’lu kimse, özellikle anası babası Avrupalı olan kimse’ şeklinde verilmiştir.

Yunanistan ve Türkiye’ye baktığımızda, levanten denilen kişilerin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde doğmuş olan ‘batılı’ Katolik ve Protestanları anlıyoruz fakat bu tanımın içerisine Yahudiler dahil değildir çünkü onlar ‘yerli’ kabul edilir.  Orta Çağ’dan 1923 yılına kadar bazen şiddetli bazense tek tük göçlerle gelmişlerdir, bu göçlerden ilki Venedik’ten 11. Yüzyılda gelenlerdir. Doğu Roma İmparatoru Birinci Aleksios Komnenos bir antlaşmayla 1084’te imparatorluk tüccarlarının Venedik’te serbest ticaret yapmalarına karşın onlara Constantinople’da bir mahalle kurmalarına izin vermiştir. Daha sonraki yıllarda ise İtalyan denizciler ve imparatorluk arasında çeşitli anlaşmalar imzalanmış ve bu şekilde binlerce göç alınmıştır. 1453’te Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u alınca buradaki Levantenlerle bir anlaşma yapmış ve Galata’da onların ikametinin devamını sağlamıştır. 1534 yılında ise Kanuni Sultan Süleyman ve Birinci François arasında yapılan anlaşma hükmünce Fransızlara İmparatorluk’ta vergi ödemeden ikamet etme olanağı tanınmıştır. Zamanla aynı avantajlar Hollandalılara, İngilizlere, Ruslara ve İsveçlilere de sağlanmıştır. Sadece İstanbul, Selanik ve İzmir’de değil; aynı zamanda Halep, İskenderiye, Beyrut, Mısır’a da batılılar yerleşmişlerdir. Bu gelen nüfusta Protestanlar olsa bile, Katoliklerin nüfusu her zaman daha fazla olmuştur.

Ana dillerini her zaman koruyan levantenler, içinde bulundukları toplumun dilini de yerli kesimden farksız şekilde iyi derece konuşurlar. Bu kişilerin çok büyük bir kısmı dinleri olan hristiyanlığı da bireysel inanç sistemi olarak muhafaza etmişlerdir.

Şerife Yorulmaz’a göre ‘Levanten kimdir?’ sorusuna verilecek en kapsamlı tanım şudur: tarihsel süreç içerisinde, özellikle Akdeniz ticaretinin parlak gelecek vaadetmeye başladığı dönemlerden itibaren ticaretin bulaşıcı sihrine kapılıp gelen ve Türkiye başta olmak üzere Doğu Akdeniz ülkelerine yerleşen değişik Avrupa ulus ve topluluklarından (Venedikli, Cenevizli, İtalyan, İngiliz, Fransız, Hollandalı, Avustralyalı vs.) kimselerin; zamanla birbirleriyle ve farklı yerel unsurlarla kaynaşmaları, karışmaları sonucunda farklı ölçülerde değişen sosyo-kültürel yapılarıyla ilginç bir çeşitleme ortaya koyan ama o ölçüde baskın yerel kültüre kapalı ve seçkin kalmaya çalışan bir zümre. Fakat bir kısmı, Levantenliğin oluş sürecini tersine işletmek istercesine Batı’ya yönelen, göç eden, bir kısmı sessiz ve içe kapalı bir yaşam süren, bunu da eski parlak dönemlerinin maddi mirasıyla devam ettiren, bir kısmı ise (özellikle genç kuşak) kendisini artık Türkiye vatandaşı hisseden bir kesimdir.

Türkiye’deki Levantenler üzerine yıllardır araştırmalar yapan Bülent Şenocak’ın çevirisiyle, 19. yüzyılın sonlarında İzmir’e gelen Gaston Deschamps, Levantenleri şöyle anlatıyordu: “Hıristiyan Mahallesi’nin merkezi Frenk Sokağı’dır. Frenk Mahallesi’nde en güzel ve en iyi binaları görmek mümkündür. Frenk Sokağı, kralın himayesindeki Levant Şirketi tarafından yapılan Fransız gümrüğü iskelesine malların boşalmaya başlamasından sonra çok gelişti. Buradaki konfeksiyon dükkanlarında aynı Paris’teki gibi, yüksek vitrin camları arkasında bütün Avrupa’nın işporta mallan sergilenmekte, ayrıca Manchester’in, doğuyu saran alışılmış pamukluları, Avusturyalı terziler sendikası tarafından büyük balyalar halinde gönderilen pardösüler, ceketler, takım elbiseler satılmaktadır. Milano’dan gelen hintyağı ve İtalyanlar ile Almanlar tarafından ucuza satılan kinin ile hastalarını iyileştiriyorlar, kahvelerini Avusturya şekeri ile lezzetlendiriyorlar, Belçika malı tüfeklerle ava gidiyorlar, hikayelerini ve mektuplarım Angouleme, Annonay veya Fiume kağıdı üzerine, Fransız dolma kalemi, Alman mürekkebi ve Viyana kurşun kalemi ile yazıyorlar, evlerini Anvers ve Paris maun ağacı ile döşüyorlar, İsviçre malı saatlerine bakıyorlar, evlerini Bakü petrolü ile aydınlatıyorlar, ekmeklerini Odessa veya Sivastopol buğdayı ile yapıyorlar, yemeklerini Rus havyarı, Marsilya yağı, İngiliz Morina balığı, Fransız patatesi, Avusturya füme eti, İran çayı, İtalyan peyniri, Mısır soğanından yapıyorlar.”

Levantenler Avrupa ekonomisi ve Osmanlı arasında bir köprü olmaları itibariyle imparatorluk sınırları içindeki sanayi ve ticaretle uğraşan zümreyi bizzat oluşturmuşlardır. Paul Dumont’un Osmanlı Masonluğu ile ilgili olan çalışmasında, masonluğun azınlıkların elinde olduğu yazılmıştır. Hatta ‘Yeni üyeler arasında birçok Fransız’ın ve öteki Avrupa ülkeleri uyruğundan olup Doğu’da kendilerine bir gelecek aramaya gelmiş bazı insanları görüyoruz. Lüks meta üretiminde uzmanlaşmış sanatçılar, bankacılar, tacirler, avukatlar […]’ alıntısı bize Levantenlerin ekonomik hayatları hakkında bilgi veriyor, aynı zamandaysa bir localaşma durumunun içine kendilerini dahil etmeye başladıklarını da öğreniyoruz.  Ve zamanla oluşan bu durum, girift bir yapı oluşturmuş levantenler ve Osmanlıları yavaş yavaş birbirinden ayırmaya başlamıştır. Zamanla kıyafetler ayrışmış ve Şerife Yorulmaz’ın makalesinde, Doğan Avcıoğlu’nun deyimiyle ‘Kahve ve bakkallarıyla Rum, modasıyla Fransız, paltosuyla İngiliz, bekçisi ve hamalıyla Türk bir şehir doğdu. Eskiden haraca bağlı olan zümre, şimdi İstanbul’un Beyoğlu ve Pera’sında, İzmir’in Kordon’unda ve Frenk Mahallesi’nde dik başlı yürümeye başlamıştır.’

GIOVANNI SCOGNAMILLO

Giovanni Scognamillo, İtalyan asıllı, levanten diye nitelendirilen, Türk bir yazar, sinema araştırmacısı, çevirmen ve vampirologdur.  25 Nisan 1929’da doğan yazar, İtalyan Lisesi’ni bitirdikten sonra yabancı basın kuruluşlarında sinema yazarlığı yaptı. Yurt içi ve yurt dışı birçok gazete ve dergidi sinema üzerine ve film eleştirisi şeklinde yazıları çıkmıştır. Sinema, fantastik edebiyatı, bilimkurgu, korku edebiyatı ve okkültizm üzerine kitaplar ve yazılar yazdı.

Eserleri:

v  1965 1965/1966 Sinema Yıllığı (Agah Özgüç ile birlikte)

v  1965 Yerli Sinemada Seks- Türk Sinemasında Kadın ve Seks (Agah Özgüç ile birlikte)

v  1973 Türk Sinemasında 6 Yönetmen

v  1973 Dünyamızın Gizli Sahipleri

v  1974 Uzaydan Geldiler

v  1975 Geleceğinizin Anahtarları

v  1987 Türk Sinema Tarihi Birinci Cilt, 1896 – 1959

v  1988 Türk Sinema Tarihi İkinci Cilt, 1960 – 1986

v  1990 Bir Levantenin Beyoğlu Anıları

v  1991 Cadde-i Kebir’de Sinema

v  1993 İstanbul Gizemleri Büyüler, Yatırlar, İnançlar

v  1994 Beyoğlu’nda Fuhuş

v  1994 Dehşetin Kapıları – Korku Edebiyatına Giriş

v  1994 Amerikan Sineması

v  1996 Batı Sinemasında Türkiye ve Türkler

v  1996 Korkunun Sanatları

v  1997 Yeşilçam’dan Önce, Yeşilçam’dan Sonra

v  1997 Dünya Sinema Sanayii

v  1998 Türk Sinema Tarihi

v  1998 I Misteri di Istanbul (İstanbul Gizemleri)

v  1998 Dracula, Mito Perenne (Dracula, Ölümsüz Mitos)

v  1999 Fantastik Türk Sineması. Metin Demirhan’la birlikte

v  1999 Mumyanın Mezarı

v  1999 Astroloji ve Yıldız Bilimi

v  1999 Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü. Arif Arslan’la birlikte

v  1999 Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal. Arif Arslan’la birlikte

v  1999 Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Ruhçuluk ve Reenkarnasyon. Arif Arslan’la birlikte

v  2000 Frankenstein’ın Laneti  2000 Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Şeytan. Arif Arslan’la birlikte

v  2000 Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Cinler. Arif Arslan’la birlikte

v  2001 Beyoğlu Kabusları ve Diğer Öyküler

v  2002 Ziyaretçiler

v  2002 Erotik Türk Sineması

v  2002 Medeniyetler Çatışmasında Batı’nın İnanç Temelleri

v  2004 Bay sinema Türker İnanoğlu

v  2005 Türk Sinemasında Şener Şen

v  2006 Canavarlar Yaratıklar Manyaklar

v  2006 İstanbul Gizemleri / Sırlar, Ziyaretçiler, Büyüler, Doğaüstü Olaylar

v  Batının İnanç Temelleri

v  Dehşet Öyküleri

v  Türk Sinema Tarihi

v  Beyoğlu’nda Sinema

v  Aşk ve Korku

‘Bir Levantenin Beyoğlu Anıları’ adlı kitabında, bize isminden de anlaşılabileceği gibi kendi kişisel hatıralarını anlatmıştır; ailesini, okul dönemini, sinemayla olan bağlantısını…  1990 yılının ocak ayında çıkan kitap, bize bugün var olmayan bir Beyoğlu’nu anlatıyor. Artık olmayan dükkanlar ve o dükkanlardaki yaşantılar bizim eskiyi anlamamıza birinci el bir kaynaktan ışık tutuyor. Yazarın doğup gençliğinin geçtiği, daha sonra ömrünün geri kalanını geçirdiği kitapta bahsedilen konut, sokak ve dükkanları EK no 1’de görebilirsiniz.

VAVIANA HANIM ILE HAYATI, LEVANTENLİK VE BEYOĞLU ÜZERİNE BİR RÖPORTAJ

Vaviana Hanım’ı sevgili büyüğüm, teşekkür borçlu olduğum, Dominikenler Kilisesi rahibi Père Alberto vesilesiyle tanıdım ve keyiflice sohbet etme imkanı buldum. Kendisine beni kırmadığı için ve sorularıma büyük bir içtenlikle cevap verdiği için çok teşekkür ediyorum.

C: Merak ediyorum nerede doğdunuz ve İstanbul’da Galatada doğumunuzdan itibaren nasıl bir hayat sürdünüz?

V: Burada doğmadım, Yeşilköyde doğdum. O zaman Ayos Stefano’ydu. Sonra Yeşilköy oldu çünkü orada rumlar çok vardı. Rum ismi koymuşlardı Ayos Stefano diye. Şimdi Yeşilköy oldu. Ondan sonra, babam chemin de fer d’orient (Orient express) da çalışıyordu. Babam orada müfettişti. Türklerle beraberdi, sonra Yunanlıların eline geçti demiryolu, sonra tekrar türklerin eline geçince babam yabancı olduğu için emekliye sevkettiler tabi.  Emekliye sevkedildi, bu sefer babam evlendi ve Edremit’e gitti.  Orada Karaedin diye bir yer vardı onun chemin de fer’ini yapmaya gitti. Dayım ve büyükbabam da oraya gitti. O dönemde abim iki yaşındaydı. Oradaki yol yapımı bitince babam döndü İstanbul’a ve ben doğmuşum 1926 senesinde. Tabi babamı tanıyorlardı işinden dolayı, kontrat yapıldı, Ayancık’ta bir şirket vardı Avusturya ve Belçika ortaklığı olan, Zingal isimli bir şirkete decoville için, yani müdüriyetten ormana bir yol yapması için girmişti.  Ormanda ağaçları kesiyorlardı ve o kocaman ağaçları aşağı müdüriyete indirmek gerekiordu. Babam yaptı o decoville’i. Kesilen ağaçlar decoville ile aşağıya geliyor ve fabrikada onları tahta yapıyorlardı, gemiler de gelip bunları Avusturya’ya, Belçika’ya yolluyorlardı. Biz orada dört sene kaldık, fakat şahane bir yerdi. Lüks bir yerdi, ormanlıktı fakat her şey güzel tazeydi, meyvesi bol, kaz mı istersin ördek mi istersin piliç mi istersin. Bir de küçük bir ayımız vardı, bize getirdiler, annem onu biberonla büyüttü.

C: O dönemde kaç yaşındaydınız, okula gidiyor muydunuz?

V: Evet. Orada Türk okuluna gittim ama belki bir sene okula gittim orda.

C: Peki, sonuçta isminiz Ayşe, Fatma değil, Vaviana. Bir tepkiyle karşılaştınız mı?

V: Yok, bir şey demiyorlardı, kimse bir şey söylemiyordu. Abim şehirdeki okula gidiyordu, ben tepede dağın üzerindeki bir okula gidiyordum. Bir adam vardı beni okula götüren. Ama öyle bir şey yoktu. Serbesti. Sen şöylesin böylesin yapamazsın diye bir şey yoktu. Annem de çok memnundu. Daha sonra babamın kontratı bitti, tabi dört sene. Dönmek mecburiyetinde kaldık.

C: Peki anneniz ne yapıyordu gün içinde?

V: Hiçbir şey. Evde oturuyordu. Bize bakıyordu. Senenin beş ayı karlıydı. Fakat çok sıcaktı. Duvara halı koyuyorduk ev çok sıcak oluyordu. İşçiler bize ormandan dört beş tane ağaç kesiyorlardı getiriyorlardı, çam ağacı, seçin hangisini istersiniz diyorlardı. Biz de seçiyorduk. Altına girip oynardık. Çok güzel bir hayat geçirdik orada. Meyvesi bol, her şeyi güzeldi.

C: Sonra buraya geldiniz..

V: Sonra Yedikule’ye geldik bu sefer, büyükannem ordaydı. Dayım da oradaydı. Orada kaldık.

C: Sizin hem anneniz hem de babanız mı Hırvat kökenli?

V: Evet, burada tanışıyorlar. Annem Yedikule’de oturuyor, 1918’de Selanik’ten gelmişler, harbin sonlarına doğru. Çünkü oraya Rumlar geçince, annemin babası chemin de fer Türklerin elindeyken çalışıyordu orada. Yunanlılar alınca, büyükbabam buraya, Türkiye’ye geldi.

C: Babanızın annesi ve babası?

V: Bilmiyorum. Tanımadım onları. Onlar İtalyan şehrinde doğmuşlar. Ne zaman geldiklerini bilmiyorum.

C: Tabi daha sonra burada okula devam ettiniz..

V: Yedikule’de okula gittik, orada oturuyorduk. Papaz mektebi olan Sen Piyer Okulu vardı orda da. O zamanlar orada kilise vardı ve rahibeler vardı. Orada ikinci sınıfa kadar okudum. Sonra rahibeler mecbur oldular gitmeye.

C: Neden?

V: Bilmiyorum, herhalde talebeler azdı, gittiler. Ve buraya, Galata’ya geldiler. Evimizin yakınında bir okul var. Şimdi tabi kapalı, odalarını bazen dışarıdan gelenlere kiraya veriyorlar. Fakat bizim zamanımızda okuldu. (rahibelerin de olduğu eski bir resim gösteriyor, italyadan baş rahibe gelmiş onunla küçük talebelerin fotografı) eğitim İtalyancaydı, Türkçe bilmiyordu rahibeler.

Ben Galatasaray’da hamamın yanında bir İtalyan mektebine  gittim. Şimdiki adı Galileo Galilei Lisesi. Yedikule’den her gün tramvayla gidiyorduk. Trenle Sirkeci’ye, Sirkeci’den tramvaya biniyorduk, okulun sokağının başında bir durak vardı. Orada iniyorduk ve okula gidiyorduk. O zamanlar adı Sorella d’Ivrea idi. Liseyi orada okudum.

C: Okul yıllarınız nasıl geçti?

V: Matematik öğreniyorduk. İtalyan okullarında Fransızca da öğretiyorlardı. İtalyan olanlar İtalyan tarihini ve coğrafyasını öğreniyorlardı. Olmayanlar da türk tarihini ve coğrafyasını öğreniyorlardı. Moussolini de anlatıldı hep. Şimdi de seviyorum Moussolini’yi. Sevmeyenlerle kavga ediyorum. Onun zamanında faşist rejim vardı fakat İtalya’yı o kalkındırdı. Aşağı Roma tarafı hep bataklıktı. O, adamlarını topladı, orayı temizlediler ve buğday ektiler. Ve bunun için muhabere yaptılar bunu ismi ‘battaglia del grano’ dur. Roma’daki heykelleri, spor yapılan yerleri, sokakları hep Moussolini yaptı. Ama Hitler ile anlaşarak hata yaptı. Onun hatası bu, yoksa Moussolini İtalya için çok güzel şeyler yaptı. İtalyanlar bana kızıyor, faşist diye ama ben seviyorum. O zamanlar harp vardı ve hocalarımız anlatıyordu. Bizim selamımız bile o şekildeydi, faşist selamı veriyorduk.

C: Bir de abiniz var değil mi?

V: Abim Şişli’de Bomonti’de Salaisianne diye bir mektep vardı. Orada okudu.

Bütün bunlar olurken, babam emekli oldu. Bir yerde tercümanlık yapıyordu. Harbin sonunda 1944 senesinde felç oldu, on ay felçli yaşadı, ondan sonra vefat etti.  Abim, annem ben, biz üçümüz yaşıyorduk orda, dayım vardı teyzem vardı. Abim, British Council’da çalışmaya başlamıştı, İngilizce çok iyi biliyordu.  Fakat arkadaşlarıyla beraber akşamları unutuyordu kendini ve trenle çok geç geliyordu eve annem de çok merak ediyordu. Beyoğlu’na gidelim, Beyoğlu’na gidelim derken orada kilisede bir papaz vardı, ona söylüyordu o zaman yok mu apartman, yok mu apartman, o da bir gün geldi ‘Bayan, bir apartman var ister misiniz?’ dedi. Ve bu apartmanı verdiler bize. Sonra abim British Council’den çıktı,  British Airways’e gitti ve şubede müdürdü.

C: Sonra siz üniversiteye gittiniz mi?

V: Hayır, gitmedim. Çalışmaya başladım. Osmanlı Bankası’nın imtihanı vardı, kazandım. Otuz bir sene orada çalıştım. Dört sene Yeni Camii’de, ondan sonraki yıllarda da burada şimdi müze olan yerde çalıştım.

C: Sosyal hayatınız nasıldı? Evin dışında neler yapıyordunuz, özellikle Beyoğlu’na taşındıktan sonra?

V: Arkadaşlarım vardı, bazen toplanıyorduk.

C: Onlar da yabancı asıllı mıydı?

V: Hayır hayır. Benim bankada mesela bütün arkadaşlarım Türktü. Bir tanesi vardı Nuran, bir tanesi vardı Ümran, biri vardı Fatma. Çok iyi arkadaşlarımdılar ve bizim bankada çok iyi arkadaşlarımız vardı. Hep düşünüyorduk, ne zaman izin olacak da kararlaştıralım bu sefer nereye gideceğiz. Bir bayram Alanya’ya, bir bayram Bursa’ya, Edremit’e. Hep dolaşırdık. Bir bayramı bırakmıyorduk ki o zaman bayram tatilleri bu kadar uzun değildi. En çok üç gün filandı. Şimdi neredeyse on gün. Bir sefer hatta Edirne’ye gittik, kar yağmasına rağmen hududa kadar gitmiştik. Arkadaşlarım çok iyiydi. Hala konuşuyoruz. Yalnız biraz uzakta oturuyorlar gidemiyorum yoksa hep telefonlaşıyoruz, arkadaşlığımız devam ediyor.

C: Kendinizi Türk olarak mı tanımlıyorsunuz, yoksa benim aslım Hırvat ama Türkiye’de yaşıyorum mu diyorsunuz?

V: Bizim Hırvatistan ile hiç alakamız yok. Çünkü lisanı bile bilmiyoruz. Büyükannem Fransız idi, evde Fransızca konuşuyorduk annemle filan da. İtalyan mektebine gittiğimiz için İtalyanca konuşmayı biliyorduk. Bir de Türkçe. Fakat Hırvatça kimse bilmiyordu. Babam bile bilmiyordu, o almanca biliyordu. Bir tek Hırvat pasaportumuz vardı, başka bir şey yoktu.

C: Dini pratiklerinizi nasıl yapıyordunuz?

V: Bizim pek bir şey yok, bir tek Pazar günleri kiliseye gitmek lazım; lazım değil öyleydi, istersen giderdin istemezsen gitmezdin ama aslında gitmek lazım. Yani dinen gitmek lazım. Eskiden Yedikule’de bir kilise vardı şimdi orası devam ediyor yalnız Süryanilere verdiler orayı. Buradaki kiliseye Pazar günleri saat 11’de bazen gidiyorum bazen gitmiyorum. Paskalya ve Noel’de burada Beyoğlu’ndaki kiliseye gidiyorum. Belediye başkanı da geliyor. Çiçek ve yumurta da getiriyor.

C: Apartmanda Türk komşunuz var mı?

V: Yok ayrı kaldık burada pek Türk yok gibi. Yanımızdaki Rum komşumuz huzur evine gitti, onunla Fransızca anlaşırdık.  Aşağıdakiler Ermeni galiba. Fazla kontakt yok. Karşı komşum çok iyi bir arkadaşımdı ama hanım iki sene önce vefat etti.  Oğlu var onun, o da yazları Burgaz’a gidiyor.

C: Onlar da mı İtalyan?

V: İtalyan evet.

C: peki, mesela levanten diye bir kavram var..

V: Öyle diyorlar.. Bize levanten diyorlar. ‘Levant’ dan geliyor, Orient ‘ a levant diyorlar, yani güneşin doğduğu yer. Eskiden kalma bir şey, ama neden söyleniyor bilmiyorum.

C: Türk olan arkadaşlarınızın evlerine gittiğinizde onların ev düzeniyle kendi ev düzeniniz arasında bir farklılık görüyor muydunuz?

V: Yok, hiçbir farklılık yok, aynı. Ben onların evlerine mevlite de gittim kaç defa. Aynı sayılırız yani. Bir tek yatağımın orda küçük bir Meryem Ana heykeli var.

C: Sizce İtalyan, Fransız asıllı kişiler çok kaldı mı?

V: Gittiler, çok gittiler. Çok az kaldı. Bazılar Avustralya’ya gitti, bazıları Kanada’ya gitti, bazıları italya’ya, Yunanistan’a. Yunanistan’a gidenler de şimdi buraya dönmek istiyorlar. O kadar fena ki orası, pişman oldular gittiklerine. Ekonomi çok kötü. Onlar bu Kıbrıs meselesi olduğu zaman gittiler. O dönemde burada bir şeyler oldu. Buradan gittiler tabi, daha rahat oluruz diye.

C: Rahatsız mı ettiler onları?

V: Rahatsız oluyorlardı tabi, bir şeyler vardı. Kıbrıs’a çıkarma olduğu zaman herkes korkuyordu, Türkçe konuşulması isteniyordu. Kimse zorlamıyordu ama bazen vapurda filan yabancı lisan konuştuğun için ‘Efendim, Türkçe konuşun.’ diyorlardı. Fakat çok seneden beri böyle bir durum yok artık.

C: Eski Beyoğlu’ndan bahseder misiniz lütfen?

V: Beyoğlu o zaman Beyoğlu idi. Şimdi Beyoğlu değil artık. Lüks şeylerin hepsi Taksim’den yukarı çıktı; Nişantaşı’na, Ulus’a gitti bütün lüks şeyler. Eskiden yalnız Beyoğlu vardı, Ulus diye bir şey yoktu, yeni kuruldu orası. Tanımıyorum orasını. Beyoğlu vardı, Nişantaşı vardı, Kurtuluş vardı. Şimdi gelip giden tramvay var ya, o eskiden çift raylıydı ve Nişantaşı’na, Şişli’ye, Taksim’e gidiyordu. Şimdi bir tanesi Taksim’e kadar gidiyor yalnızca. Artık tramvay da yok oldu.

Çok güzel şeyler vardı. Bonmarché diye bir mağaza vardı. Başka lüks mağazalar da vardı ama hepsi kapandı. Alışverişimizi oralardan yapardık.

C: Pastaneler, lokantalar?

V: birçok pastane vardı ama onlar da kapandı. Pelit, Tepebaşı’nda vardı ama o da galiba Nişantaşı’na gitti. Tepebaşı’ndayken bir salon gibiydi, geçerken görüyordunuz masalarda kadınlar filan kahve içiyorlardı. Lebon pastanesi vardı, pahalı ve şıktı. Markiz vardı karşısında o da en şık pastaneydi. Oraya kimse gidemiyordu çünkü çok pahalıydı çok iyi giyinmiş olmak lazımdı oraya girebilmek için. Randevu verilirdi oralarda, bir bayanla bir bey giderler kakao içerlerdi. Atlas Sineması’nın karşısında Baylan Pastanesi vardı, o da iyiydi.  İş yapamaz oldular ve kapandılar.  Şimdi Tepebaşı’nı görüyorsunuz ne halde, o zamanlar Şehir Tiyatrosu vardı. Küçüktü ama tiyatro oradaydı. Karaca falan hep oradaydı. Şimdi Pera Müzesi olan yer de çok güzel bir oteldi. Dört beş tane otel yan yanaydı.

Beyoğlu’nda mezeciler vardı çok. Sinemalar vardı, güzel sinemalardı; Saray Sineması, İpek Sineması, Melek Sineması bunlar yok oldu, şimdi bir şey yok.

O zamanlar televizyon yoktu, biz de sinemaya giderdik; ama nasıl giderdik, bankadan çıkıyorduk gidip bilet alıyorduk iki yada dört seansına, sonra gidip orada bir yerde yemek yiyorduk, yahut da bir gün evvelden alıyorduk çünkü sıraya girmek mecburiyeti vardı.  Filmler de çok güzeldi o zamanlar, Türkçe dublajlıydı da. Haftada bir kere sinemaya gidiyorduk.

C: Yaz akşamlarının eğlencesiyle kış akşamlarınınki farklı olur muydu? (balolar vs)

V: Burada Union Française diye bir yer vardı, Şişhaneden yukarı gidince, Öğretmenler Evi var, onun karşısındaydı. Orada her cumartesi balo vardı. Herkes giderdi oraya, bazen de konferanslar olurdu veya gemiler geldiği zaman gemicilerin katıldığı balolar olurdu. Casa d’Italia vardı ki kaldı o, orada da her zaman bir şey olurdu. Pera Palas ve bir de Tokatlıyan vardı, onu bozdular çok yazık ettiler, Ağa Hamamı’na giden sokağın karşısındaydı. Orada da çok güzel balolar oluyordu. Şimdi orayı birkaç tane dükkan yaptılar. Tekrar onu yaşatacağız diyorlar şimdilerde ama ne zaman nasıl olur bilmiyorum.

C: Neler giyerdiniz balolara giderken?

V: Sade bir elbise giyerdim. Bu zamandaki gibi şatafatlı şeyler yoktu. Şimdi Sheraton olan otelin yerinde yerinde mesela Belediye Gazinosu vardı. Balolar olduğu zaman giderdik oraya veyahut Pazar günleri dörtten yediye çay partileri olurdu giderdik, müzikliydi, hem dans ederdik hem çay içerdik. Şimdi bozdular, Sheraton diye kocaman bir otel yaptılar. Daha da bozulacak orası.

C: O dönemleri yaşayanlar diyor ki, Beyoğlu İstanbul’un tamamen dışındaymış gibi sanki bir Avrupa şehriymiş gibiydi. Katılıyor musunuz?

V: Çünkü yabancılar çoktu, Rumlar, Ermeniler vardı. Mesela bir gün vardı Perşembeydi sanırsam, o gün çok iyi giyinmiş insanlar görürdünüz dışarıda, böyle çapulcular yoktu. Şimdi gidiyorsun Beyoğlu’na çapulcu dolu. Yürüyemiyorsun bile, insanlar korkuyor. Ben bile yürüyemiyorum. Eskiden öyle değildi, eğer tanıdıksa şapka çıkarıyordu, o zamanlar İstanbul İstanbul’du yani, çok kibar insanlar vardı o zamanlar. Onların hepsi yok oldu. Hele Pazar günleri Saint Antoine kilisesi kapıya kadar doluyordu. Çıkışta hepsi birden Taksim’e kadar yürürlerdi. Öteki taraftan karşıda bir Rum kilisesi var, tam Saint Antoine’ın karşısında bir pasaj vardı orada, onlar da çıkışta selamlaşır konuşurlardı.

C: Beyoğlu’nun dışına çıktığınızda ‘la realite de la Turquie’ yi görüyor muydunuz?

V: Ben öyle bir şey görmüyorum. O zamanlar her taraf iyiydi. Ama bazı yerler öyleydi belki Fatih tarafları mesela..

C: Türkler Beyoğlu’na ne kadar entegreydi peki?

V: Ayırt edilmiyordu. Türkler de vardı. Ben bir farklılık görmüyordum. Söylüyorum yirmi sene çalıştım arkadaşlarımla hiçbir farklılık yoktu. Hiçbir zaman bir ayrılık görmedim.

C: Hiçbir blâme’ a yada insultation’a uğradınız mı?

V: Ne yabancı olarak ne de dinsel olarak hiçbir şey olmadı. Her şey çok iyi geçti. Ama çalıntı oldu o başka, çantamı çaldılar. Bir cumhuriyet bayramından dönüyordum kapıda çantamı çaldılar.

C: Beyoğlu’nun bu değişimi olumsuz oldu sizin için de diyebilir miyiz?

V: Evet. Değişik insanlar geldi, çapulcular geldi. Dükkanlar da kapandı, Bonmarché vardı kapandı ve daha birçok dükkan. Galata Kulesi’nin etrafındakilerin hepsi Musevilerdi. Daha da eskiden İtalyanlar oturuyordu. Sonra İtalyanlar gitti, Museviler geldi, onların da hepsi gitti. Şişli’ye Ulus’a gittiler. Baktılar ki orası daha güzel, gittiler. Biz gitmedik. Burada doğduk büyüdük, abim de aynı şekilde. Amerikalı birisiyle evlendi oğlu oldu, çağırıyordu onu ama hiç gitmedi.

Böyle geçti bizim hayatımız, çok fazla bir şey yapmıyorduk. Her fırsatta geziyorduk. Senede iki kez yurtdışına giderdim. Daha çok İtalya’ya giderdim, kardeşim gibi bildiğim bir akrabam vardır. Onlar da Yedikule’de oturuyordu sonra gittiler.  Yılbaşında tekrar gideceğim. Fransa’ya giderdim çünkü kuzenim oradaydı. İki defa da Amerika’ya gittim.

Vaviana Hanımın hayatına baktığımız zaman bir ayrılığın ve ciddi bir farklılığın söz konusu olmadığını görüyoruz. Adlandırarak etiketlenen hayatların tüm bu etiketlerin gerisinde sadece ton farklılıklarına sahip olduğunu daha net bir şekilde gördüm. İnsani vasıflara sahip olmak her şeyin ötesinde. Kendisine güler yüzü için ayrıca teşekkür ederim.

BEYOĞLU SOKAKLARINDA AVRUPA ETKİSİ

Beyoğluyum ben bu sabahı bu akşamı ilk görüyorum

Bu denizi bu kuleleri bu surları ilk

Ben ki rüzgarlarla yangınlarla vebayla büyüdüm

Ben yeditepeden biri hırçın sinirli bencil

İmparatorluğun

İlhan Berk

(Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu – Feriha Büyükünal’ın kitabından)

Prof. Mustafa Cezar ’19. Yüzyıl Beyoğlusu’ kitabında ‘Türkiye’de modern oteller ilk defa Beyoğlu’nda yapılmaya başlandı.’ der. Osmanlı Devleti’nde bizim bugün anladığımız manada oteller yoktu; yol üzerine inşaa edilmiş kervansaray ve hanlar vardı. Dolayısıyla ilk anlayacağımız şey bu kavramın, yani ücret ödenerek gecelenen bununla birlikte yemek yenen ve eğlenilen yer olan ‘otel’in Fransızca kökenli bir kelime olduğu, Osmanlı tebaasına yabancı bir nosyon olduğu ve de ilk Beyoğlu’nda görüldüğüdür. 1892’de Orient-Express yolcuları için inşa edilmiş olan Pera Palas’ı takiben 1897’de Tokatlıyan, 1898’de de Sen-Petersburg otelleri açılmıştır. 1934’te de ünlü Park Otel hizmete girer.

Bu otellere değinmemin sebebi, bu mekanlarda kalan yabancı konukların bu da bu bölgeyi etkilediği ve de gece eğlenceleri olan baloların dolayısıyla vals ve polkaların bu otellerde yapıldığıdır. Ayrıca, sinema salonları olduğu için de birçok hali vakti yerinde olan kişiler buralarda film izlemeye gelirlerdi.

Sermet Muhtar Alus’un ‘Eski Günlerde’ adlı kitabından ve Çelik Gülersoy’un araştırmalarından edindiğimiz bilgilere göre bu otellerde insanların gözüne ilk çarpan ve onlara ‘değişik’, ‘alışılagelmemiş’ ve ‘konuşulmaya değer bulunan’ özellikleri Tokatlıyan Oteli örneğiyle incelersek eğer, kadeh, tabak ve peçetelerin ‘markalı’ olduğunu, garsonların ortaoyunundaki ‘Frenk’le aynı olduğu, alafranga orkestranın opera parçaları çaldığını, odadaki yatakların ‘fransız keteni’ ile kaplı olduğunu, mobilyaların çoğunun İngiliz olduğunu görürüz.

Buradan anlaşılan,  Avrupai havanın ne denli hüküm sürdüğü ve Avrupa izi taşıyan şeylerin kalite ile özdeşleştiğidir.  Bunu yaşayan insanların da bu havayı yadırgatmayacak derecede oraya uygun olduğu, olmaya çalıştığını da unutmayalım, en seçkin kostümlerin içinde vakur ifadelerle bulundukları bu salonlarda çay, kahve, kakao, şokola siparişleri verirlerdi ve de gecenin sonu otelin içindeki restoranda yenilen yemekle son bulurdu. Tabi bu salonların elektrikle aydınlatıldığını da unutmayalım. (karşılaştır. Feriha Büyükünal, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu sayfa:99) Birçok güzel Beyoğlu mekanı gibi, burasını da anılarda bırakacak gelişmeler yaşanır. Birinci Dünya Savaşı’nda bolluk içinde bu otelde yenilip içilmeye devam edildiyse de, bir işletmeci için bunu başarmak çok zor bir şeydi. Tokatlıyan Efendi, gücünü sonuna kadar kullanmıştı ve otel el değiştirmek zorunda kaldı, otel üvey kızının otelin kapıcılığıyla işe başlayan Yugoslav kocasına geçti. İstanbul’un işgal yıllarında Fransız, İngiliz İtalyanları ağırlayan otel elbette Mustafa Kemal Paşa’yı da ağırlamıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra da Ermeni kökenli kuruluşun baş konukları elbette İstanbul’un azınlık burjuvazisi olmakta ve eğlence Varlık Vergisi çıkana dek devam etmiştir. Fakat ne zaman ki İkinci Dünya Savaşı patlak verir yokluk otel müşterilerinin özel hayatında olduğu kadar sosyal hayatta da kendini gösterir. Kalite düşer ve otel kirasını ödemekte bile zorlanır. Karadenizli fındık tüccarı İbrahim Gültan oteli satın alır. Fakat benzer dönemde İstanbul’da birçok lüks otel açılır ve yeni sahibin bu işlerden pek anlamamasıyla da birlikte otelin durumu içler acısı hale gelir. 1958’de mahkeme kararıyla boşaltılır, mimari özellikleri de değiştirilerek iş hanına dönüştürülür. [F. Büyükanal, Bir zaman Tüneli: Beyoğlu, İstanbul, sayfa 100-101]

Birazcık da Çiçek Pasajı’ndan Çelik Gülersoy [Beyoğlu’nda Gezerken (İstanbul, 1990), sayfa 77] bize bahsetsin:Banker Hristaki Efendi arsa alarak 1875’te kesme taştan bu güzel binayı yükseltti. Yapının üstü ferah ve konforlu dairelerdi. Pasaj’da iki ticarete yer verilmişti. Kova kova çiçeklerini dizen çiçekçiler. Nefis francala ve sandviç çeşitlerini sepetlere dolduran ekmekçiler. Bu görünüm, Paris’ten Londra’dan örnek alınma çok temiz, çok rafine bir tablo oluştururdu. Burasının fıçılarla dolanıp meyhanelerle dolması, 1940’lardan sonradır ve yandaki Degüstasyon Lokantası’nın pasaja kapı açması ve masa koyması ile başlamıştır. Bina Hristaki Efendi’den Sadrazam Said Paşa’ya geçmiştir. Çok yıllar sonra Pasaj’da meyhaneler açılmış fakat yaşlı bina 1970’lerde yapılan bazı cahilane inşaat girişimlerinden dolayı binanın dengesi bozulmuş ve 10 Mayıs 1978’de yapı çökerek üst birkaç katını yitirmiştir. Osmanlı aristokrasisinin çöküşü ile yeni ve girişimci Anadolu insanı geldi. Burası daha sonra imar edildi (!). Adı çiçek olan pasajın meyhane olarak kullanılmasının bir tek mazereti var: tipik ve pitoresk oluşu. Son şeklinde ise şık ve turistik. Çiçek pasajının, artık özelliği de yok.

Bu iki örneği Beyoğlu’nun güzelliklerinin dünü ve bugününü görmek, anlamak için verdim. Böyle şatafatlı günlerden sonra belki kader, biraz kıymet bilmemezlik, büyük ölçüde hazımsızlık sonucu ne yapacağını bilmemezliliğin yarattığı cahilane işler güzelliklerin yok olmasına sebep olup onları anılarda di’li geçmiş zaman yumağına sarmıştır. Burada sadece iki örnek verdim ama bunlar o kadar çok ki, Beyoğlu’nun binaları kadar, o günleri yaşayanlara ah dedirtecek kadar çok, Beyoğlunun bina sayısı kadar çok. Bu durum insanları, doğal bir Beyoğlu nostaljisine sürüklemiştir.

Fakat Beyoğlu nostaljisine geçmeden, Scognamillo’nun da bir dönem yaşadığı Tomtom Mahallesi’nin de dünün nostaljinin sebeplerini oluşturacak şekilde değişmesine örnek teşkil ettiğini gördüğüm için değinmek istedim.

DEĞİŞEN BEYOĞLU’NA BİR ÖRNEK: TOMTOM MAHALLESİ

Ayşen Şatıroğlu’nun ‘Kent Merkezinde Yoksullaşan Bir Bölge Tomtom Mahallesi’ adlı çalışmasında bahsi geçen mahalle, yazar Scognamillo’nun çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği mahalledir. Şatıroğlu’nun çalışmasından öğrenebildiğimiz kadarıyla, Beyoğlu’ndaki Müslüman nüfusun azınlıkta olduğunu anlıyoruz. 145 sonrasında Beyoğlu, İtalyan kökenliler, Rumlar, Yahudiler, Ermeniler ve de az sayıda Türk yaşıyordu. 1941 yılında Galata Mevlevihanesi’nin ve takip eden yıllara Asmalı Mescit’in yapılmasıyla bölgede Müslüman nüfusun artış göstermiştir. İlber Ortaylı ise ‘İstanbul’dan Sayfalar’ da etnografik yapı için bazı veriler ortaya koymuştur. O’na göre; Galata’daki Rum cemaati nüfusun %39’unu, Müslümanlar %35’ini, Avrupalılar %22’sini, Ermeniler %4’ünü oluşturmaktadır.

17. yüzyılda bir ticaret bölgesi olan Galata bölgesinin ekonomisi limana bağlı olduğu için burada çarşı, bedesten, depo ve gümrük bulunmaktaydı. Beyoğlu ise elçiler ve zengin tüccarların bulunduğu bir konut alanıydı.

19.yüzyılda ise modernleşmenin bir getirisi olarak ekonomik hayatta da bazı değişiklikler oldu: ticarethaneler, bankalar ve mağazalar gelişmeye başladı. Hatta bu bölgenin önemini Avrupa’nın ilk metrolarından biri olan Tünel’in 1869’da açılmasıyla daha net bir şekilde görebiliriz.

Beyoğlu’nun yapısını anlamaya çalışmak adına belirtmemiz gereken bir başka durum da, bölgedeki nüfus artışından dolayı emlak fiyatlarındaki yükselme, bölgede yaşayan Müslüman nüfusun başka yerlere göz etmesine sebep oldu. Bu dönemde Beyoğlu’nun en zengin Mahallesi ‘Tomtom Mahallesi’dir. Tüccar ve bankerlerin binaları, elçilik binalarıyla yarışacak derecede şatafatlıydı.

İlber Ortaylı’yı okuduğumuzda 19.yüzyılda Galata ve Beyoğlu’nun kagir bina yapısına sahip olan, farklı giyimde insanların gezindiği, değişik yemeklerin yendiği, farklı şekilde eğlenilen, özgün şiveyle yabancı dillerin konuşulduğu yabancı kitap ve gazetelerin satıldığı, Osmanlı aydınının Avrupa’yı gözlediği semtler olduğunu görüyoruz.

19. yüzyıldan itibaren bölgede çeşitli kahvehane, lokanta ve gazino açılıyor, kışın bölge insanın eğlencesi de tiyatro, sinema ve balolardan oluşmaktaydı ki bu durum geleneksel Osmanlı sosyo kültürel yapısında rastlanan bir durum değildi.

Fakat bu şaşaha, 1950 çizgisinden başlayarak hızlıca bir değişime uğradı. Scognamillo’nun kitabında da gözlemleyebildiğimiz herkesin alış veriş yapamayacağı edere, pahaya sahip olan gerek tekstil gerekse yeme içme mekanlarına sahip olan Beyoğlu, hızlıca bir zamanda değişim geçirerek en ucuz malların satılmaya başlandığı, özellikle arka sokaklarında eğitim düzeyi çok düşük insanları barındıran bir yer olmaya başladı. Bu durum uzun süre böyle devam ettikten sonra, birtakım önlemler alınmaya başlandı ve özellikle İstiklal Caddesi’nin yeniden bir kültür ve sanat merkezi olması için birçok adım atıldı ve çoğunlukla da en azından vitrinde başarıya ulaşıldığı söylenebilir. Fakat unutulmamalıdır ki günümüzde yapılan araştırmalar bölge halkının Siirt’li olduğunu ve okuma yazma oranının düşük olduğunu, insanların çok zor ekonomik şartlar altında yaşamaya çalıştıklarını bize gösteriyor. Yani o caddenin arka sokaklarından içeriye girdiğimizde bambaşka bir dünya var.

Az önce bahsedilen bu değişmeyi engellemek için yapılan sanatsal ve kültürel faaliyetler, yeni bir kavramı ortaya çıkarmıştır: ‘Beyoğlu Nostaljisi’

BEYOĞLU NOSTALJİSİ

İlk önce nostalji kavramına değinmek gerek. Nostalji nedir dersek eğer; “Dönüş, yunancada “nostos” demek. “algos”, keder anlamına geliyor. Yani nostalji doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir kederdir. Tabii zannımca biz bunun bir keder olduğunun çok da ayırdında değiliz. Bu bir kederden çok güzel şeyleri hatırlamanın tebessümü, mutluluk duygusudur. Ama temelinde şu an o şeye sahip olamamak bizi daha mutlu olduğumuz bir an’a, döneme, mekana, zamana sürükler ve bu aslında bir kederdir, realiteye uygun olmayan bir fiziksel veya ruhsal halin kederidir.

‘Kamusal insanın prototipi Pera Levantenleri’ başlıklı yazısında Arus Yumul, birçok kitap ve makaleden alıntı yaparak bir dönemin aydınlarının Beyoğlu hakkındaki yorumlarına dikkat çeker. Bu edebi ve bilimsel eserlerde sokaklarında Türkçenin pek duyulmadığı Beyoğlu’nun hiçbir zaman Türk olmadığını söyleyen yazarlar bir yandan da burada yaşayanları hor görerek bu semti ‘mikrop yuvası’ olarak nitelendirir. Osman Yüksel Serdengeçti’den alıntılama yaparsak eğer ‘Beyoğlu imparatorluğun beyninde bir illet gibiydi. Frengi illeti… Beyoğlu garp emperyalizminin giriş kapısıdır.

Dün imparatorluğun kalbine bıçak gibi saplanan Beyoğlu’nun vazifesi henüz bitmemiştir. Beyoğlu Anadolu’nun göz nurunu, alın terini, belsuyunu, Türk milletinin, Şark milletlerinin kanını emiyor. … Beyoğlu milli bünyeyi kemiren bir frengi illetidir.”

Aslına bakılırsa bunlar çok ağır laflardır. Ne yaşadıklarını, kişisel olarak ne alıp veremedikleri vardı bilemiyoruz ama bu kadar ağır eleştirileri hak ettiklerini sanmıyorum, hele ki bugünün dünyasından bakınca.  Ve bu sert eleştirileri yapan yazarların atladığı önemli bir nokta var: bir Osmanlı çözümlemesi olan Pax Ottomana, Beyoğlu’ndaki Ceneviz, Venedik, Bizans çizgilerini silmemiş, orada ikamet eden garimüslim nüfusun dilleri, dinleri ve yaşantıları korunmuştur.

Fakat zamanla bu bölgelerde oluşan boşluklara taşradan gelen insanlar yerleşince ve oluşan ciddi bozulmaların, İstanbul’un kültürel dokusunun bozulmaya başladığının farkına varılınca seksenli yılların ikinci yarısından itibaren azınlıklara karşı bir merak uyanmaya başladı. Bir anda azınlık eş – dosta sahip olmak bir medeniyet ve kültür simgesi oldu. Ve en trajikomik olan da, azınlıkların Beyoğlu vs. gibi yerleri terk ettikten sonra İstanbul’un da medeni olma özelliğini yitirdiği konuşulmaya başlandı. Böylece, Scognamillo’nun inkar ettiği Beyoğlu nostaljisi oluşmaya başlandı. Scognamillo, değişimi doğal bir süreç olarak kabul ediyor çünkü ve ona göre, kitaplarda adı geçen birçok yer artık kitaplarda geçtiği halinde değil zaten. Her şey doğal bir değişimle dönüşmüş durumda. Fakat, birçok insan durumu böyle görmediği için, Beyoğlu’nun tekrar canlandırılması ve eski haline bürünmesi için çalışmalar yapmakta. Bunun en başında da dernek ve vakıflar geliyor. Tabi, bu çalışmaların ne kadar uzun süreli ve o dönemin kalitesini yansıtan çalışmalar yaptığı tartışılır. Çünkü ne olursa olsun ne o günler, ne de o insanlar geri gelmeyecektir ve Beyoğlu nostaljisi sadece hafızalarda tatlı anılar, ne kadar güzel diye bakılan fotoğraflar olarak aklımızda kalacaktır.

Canan Sayar, 2012

Reklam