Arnavutköy, Sarrafburnu 1 Numara, Makbule Atadan Yalısı
Babamla ilk kez Lüfer’e çıktığımda on yaşındaydım. Daha önceleri o, Nilüfer Halamın oğlu Şenyu Ağabey’le veya komşumuz Özcan Ağabey’le, ender olarak da tek başına balığa çıkardı. Gece balıkçılığı derin sohbetlerin yapılabildiği, dertlerin, sırların paylaşıldığı sihirli bir ortam yaratırdı.
Sarrafburnu 3 Numara, Dr. Rasih Emin Paşa Yalısı
Boğaz’ın ortasında sakin bir havada Lüks Lambalarının romantik ışıltıları insanı sakinleştirir hayal kurmaya teşvik ederdi. Denizin karanlığının ortasında Boğaz’ın her iki yakasındaki evlerin ışıkları görülür, sahil yolundan geçen arabaların gürültüsü uzaktan duyulur, insanın üstüne değişik bir hassasiyet çökerdi. Aynı şekilde Boğaz’ın koylarında kıyıdan bakıldığında da denizin üstünde ışıldayan Lüks Lambaları unutulmaz güzellikte bir anı olarak insanın hafızasına takılırdı.
Babamların akşam balığına çıkmaya karar verdiği günlerde yapılması gereken ilk hazırlık işleri bana aitti. Onların yem olarak kullanacakları İzmarit’leri sabahtan yakalamaya başlar, bir kovanın içinde gölgede saklar, sık sık suyu tazeler ve canlı kalmalarını sağlardım. Akşam hava kararırken Lüks Lambasına mor renkli İspirto doldurulur, yakılır, sonra pompalanarak içindeki gömlek denilen kısmın ısınması ve parlaması beklenirdi. Lüks Lambaları genellikle yurt dışından ithal edilirdi. En çok Petromax Rapid (Alman), Optimus (İsveç), daha sonraları yerli malı Glory ve Oprenus ile Çin malı Anchor kullanılırdı.
Lüfer sezonunun başında sandalın yanına Lüksü bağlayacakları tahta direk hazırlanırdı. Oltaların ucuna takılan tek iğneli fındık zokalar kim bilir kaçıncı defa bir bıçağın sırtıyla eğelenir ve üzerine hafifçe Cıva dökülerek bir güderi parçası ile pırıl pırıl parlatılırdı. Bu hazırlıklar bir merasimin sahne arkasıydı.
O yaşıma kadar esas aksiyonun hep dışında kalmış ama Lüfer’i yakalamanın teorik tarafını defalarca dinlemiştim. Gene bir 29 Ekim günü balık sürüsünün olması gereken yere doğru babamla beraber açıldık. Sandalımız Boğaz’daki 2.85’lik orta boy botlardan biriydi. O gece yavaş yavaş kürek çekerek Kuruçeşme’deki eski Kömür Adası yeni adıyla Galatasaray Adası’nın biraz açığında diğer Arnavutköy’lü balıkçıların arasında yerimizi aldık.
Galatasaray Adası
Hava şansımıza çok sakindi. Heyecan verici bir sessizlik vardı. Çamlıca Tepesi’nde her Cumhuriyet Bayramı’nda olduğu gibi hava kararınca yakılan büyük bir ateş vardı. Babam orayı göstererek “Türk’ün Sönmez Ateşi” dedi. Bunun bir anlamı vardı herhalde ama o sustu, devam etmedi. Daha sonraki yıllarda bunu neden çok sık yaptığını anlamıştım. Düşünceler kafasında o kadar büyük bir hızla geçiyordu ki tekrar geri dönüp konuşarak vakit kaybetmek istemiyordu. O genellikle çok kısa bir cümleyle ortaya bir fikir atarak olayı çözümlerdi. Ne yazık ki iflah olmaz bir sigara tiryakisi idi. Oltayı suya atmadan önce itina ile sigarasını yaktı. Hep cebinde taşıdığı, Almanya’daki günlerinde beri yanında taşıdığını söylediği Zippo dediği bir çakmağı vardı. Zippo lafını ben küçükken rüzgarda sönmeyen bu çakmağa taktığı bir ad sanmıştım, meğer çakmağın markasıymış.
Gecenin başlangıcında karanlık basarken diğer sandallar da babam gibi sessizdi, Lüfer heyecanı herkese sirayet etmişti. Her sandaldan oltalar sallanmış değişik derinliklerde kulaç hesabı yapılarak balık bekleniyordu. Ara sıra bir sandalda hareket oluyor biri oltasını çekip kaptırdığı yemin arkasından küfür sallıyordu. Lüfer için yem takma işi de başlı başına bir sanattı.
Orta büyüklükte bir İzmarit’in kılçığı ustalıkla ameliyat edermiş gibi kesilip çıkartılıp neticede balık, kafasının devamında sallanan iki yaprak şekline getirilip yem hazırlanırdı. Parıldayan zokanın içinden çıkan uzun gövdeli iğne, balığın ağzından içeri itilip yapraklardan birine tutturulurdu. Balığın yem yemediği, nazlı ve seçici davrandığı zamanlarda zokanın altına bir de Hırsız denilen ek bir iğne konurdu. Lüfer genelde derinlerde dolaşıyorsa yem olarak İzmarit’i tercih eder, ancak çok derinde değilse İstavrit de yem olarak kullanılabilirdi.
Bu arada babamdan ilk ders geldi: “Lüfer nazlıdır, yemi yokladığı zaman İzmarit yakalarken yaptığın gibi hemen sert çekme hafifçe kaldır, tatmasına izin ver, kaçırmamak için peşinden kovalayıp üstüne atlayıp yutmasını bekle” dedi. Hafif sesle bana yapmam gerekenleri anlatırken o karakteristik hareketi yapmaya başladı. Yani bir Lüfer yemi yoklamıştı. Bir süre misinayı parmaklarının ucuyla tartarak hafifçe çekti, balığı zokanın peşinden sürükledi sonra sert bir hamle ile yakaladığını belli etti ve çekmeye başladı. Bir taraftan da bana anlatmaya devam ediyordu. “Çekerken balığın yüzebileceği hızdan daha hızlı olmalısın, Lüfer akıllı balıktır, ileri bir hamle yapıp zokayı tutan misinayı dişleriyle kopartır”. Sonunda önce fırdöndü tık diye bir sesle sandalın paraçolundan içeri geldi ondan bir buçuk kulaç sonra da zokanın geleceğini bildiğinden hafifçe dışarıdan bir kulaç alarak balığı sandalın kenarına çarptırmadan içeri aldı. Eğer çarptırsaydı balık zokadan kurtulup denize geri düşebilirdi. Bu an çok önemliydi. Çünkü Lüfer balığı Palamut, Torik gibi sudan çıkınca sakin durmayan şiddetle çırpınan, kıvrılıp bükülen ve ısırmaya çalışan saldırgan bir cinsti. Onu hemen iki bacağının arasına sıkıştırıp ağzındaki zokadan kurtarıp sandalın Faraş Tahtaları’nın altına atmak gerekiyordu. Bizim sandalımız küçük olduğundan Livar’ı yoktu. Balığa çıkarken Lava Deliğini biraz açar Faraş tahtalarının altına su girmesini sağlardık. Bu sayede yakalanan balıklar orada ölmeden ve kurumadan uzun süre dururlardı. Eğer balık çırpınarak sandalın zeminindeki olta yığınının içine düşerse bir daha o düğümleri çözmek mümkün olmazdı. Ayrıca bir de parmağını kaptırmak tehlikesi de vardı. Babam gereken hareketleri ders verir gibi değil de doğal bir yavaşlıkta yaparak benim bütün detayları görmemi sağladı.
O sırada etraftaki balıkçılar babama kaç kulaçta yakaladığını soruyorlardı. Balık her zaman denizin dibinde olmuyor, değişik seviyelerde sürüyle dolaşıyordu. Oltacılar için balığın dolaştığı seviyeyi bilmek hayati önem taşıyordu. On kulaçta siz bir sürünün içine düşmüşken onlar daha derinde yirmi kulaçta boşuna zaman kaybedebilirlerdi. Profesyonel balıkçılar oltayı ilk salladıklarında her biri farklı derinlikte balığı bekler, ilk harekette diğerlerine kaç kulaçta olduklarını haber verirlerdi. Babam herkesin duyabileceği şekilde “14” diye seslendi. Etrafta bir hareket göze çarptı.
Aynı anda benim oltama da bir Lüfer gelmişti. Heyecandan yavaş davranmayı falan unuttum ama şansım vardı herhalde. Asılmamla birlikte balığın yakalandığını ve yukarı çekmekte olduğumu hissettim. Söylendiği gibi gereken hızla yukarı çektim ve fırdöndüden sonraki kulacı sayarak profesyonel bir şekilde balığı içeri aldım. Bacaklarımın arasına sıkıştırdım, ensesinden sıkıca yakalayıp zokayı çıkartıp Faraş Tahtalarının altına attım. Babam hayretle bana bakıyordu. Bir an yanlış bir şey yaptığımı sandım. Sonra “ben ilk Lüferimi yakaladığımda sevincimden balığı sırtından ısırmıştım” dedi. Ben nedense sevincimi öyle gösterememiştim.
Babamın birkaç yıl sonra öleceğini bilseydim hiç olmazsa onun hatırına biraz daha heyecanlı gözükürdüm. Ama bu sakin davranış biçimi benim genlerimde vardı, şapkasını havaya atıp çığlık atanlardan değildim ve hayatım boyunca başka türlü davranamadım.
Kaynak:
Nis 14, 2021 @ 17:04:57
Sayın büyüğüm, tesadüfen “İlk Lüfer avı” na ait anı-yazınızı okudum.Uzun yillardır benzer anılarla avunurken, benzerini paylaşan birine rastlamak çok hoş oldu.Muhtemelen sizin ayrıldığınız dönemde kürekçi olmak umuduyla “Ada” ya adım atmış bir Kandilli’ liyim.Adınızı diğer bazı büyüklerimle birlikte o tarihlerden beri bilirim.Neticeten; hepsini birarada hatırlatığınız bu güzel yazı için teşekkür ederim,saygılar.Turgut Evcimen