Bodrum Yarı Maratonu ve Yarışmak Üzerine

Resim: Ferit Toska, Bodrum Maratonunda

Avrasya maratonunu koşmak, koşup da bitirebilmek, kökleri ortaokulun ilk yıllarına kadar giden, en eski hayallerimden biridir. Maraton koşmak, herhangi bir spor alanında, ulaşılabilecek en üst seviyedir. En azından o yaşlarda böyle olduğunu düşünüyordum. 2004 yılında Amerika’ya gittikten bir yıl sonra ciddi bir bel fıtığıyla karşılaştım. On doktor ameliyat ve ömür boyu kürekten men reçetesi yazarken on birinci doktor, hayatımı kurtaran insan, inadına fizik tedavi, inadına kürek dedi. Bunun üzerine bir yıl sonra kendimi Türkiye’nin ilk ve sanırım hala tek, ergo maratonunu çekerken buldum.

Kürekçilerin suya çıkamadıkları zamanlarda salonda kürek çekmelerini sağlamak amacıyla dizayn edilen daha sonra kürekçiler dışında da popüler olan, kürekçilerin işkence aleti olarak tasvir ettikleri o alet üzerinde 42195 metre ile kendimi test ettim. Bu arada maraton koşmanın o kadar da zor olmadığına ikna oldum. Yüzlerce maraton koşan mı istersiniz, bir yıl boyunca her gün maraton koşan mı, yoksa maraton mesafesi yetmeyip 50 km, 50 mil, 100 mil, 24 saat yarışları da kesmeyip, 50 günde 5000 km koşanları mı istersiniz? Bu kadar insanın arasında koyduğum hedef “bir maraton bitirmek” olamazdı. Olmadı da. İnişli çıkışlı geçen son on yılda elli kadar maraton, ultra maraton birbirini kovaladı. Sonbaharda Türkiye’de bulunamayışımdan ötürü hiç biri Avrasya Maratonu değildi.

Bu sene farklı. Geçen yazın başında Bodrum’a yerleşmeye karar verdik ve gelir gelmez Avrasya maratonuna kaydımı yaptırdım. Koştuğum o kadar maratondan aldığım bir ders varsa o da maraton mesafesine, ne kadar tecrübeli olunursa olunsun, hedef ne kadar zor ya da kolay olursa olsun, saygı göstermek gerektiğidir. Su anki antrenman seviyem belki de son on yılın en alt seviyesinde, Avrasya maratonuna bir aydan az bir vakit kalmış ve de ben korkudan tir tir titremekteyim.

İşte bu duygular altında hedef yarışımdan bir ay önce Bodrum’da düzenlenen, kapıma kadar gelmiş, yarı maratonda koşmamak olmazdı. Peki hedef ne olacaktı? Yarış ortamını hatırlamak, kalabalıkla beraber start almak, maratonda koşmayı planladığım hızda gidip sonlarda keyfim gelirse biraz hızlanmak. Yarışmaya değmez, hedef düşük. Hem parkur da çok zorlu. Gümbet’te plaj geçişi, sonra Bitez’e çıkan işkence yokuşu ve inişi, sonra tekrar Adliye’ye tırman, çevreyolunda da in-çıklar var, en son dört beş km bozuk parke yol. Hedef basit: Git antrenmanını yap gel.

Evdeki hesap çarşıya uymazmış. İyi mi oldu kötü mü oldu bilmiyorum ama benim antrenman koşum, dozu çok ağır olmasa da, yarışa dönüştü. Nasıl mı? Daha önce iyi kötü bir yarış tecrübesi olan biri yarış ortamına girdiğinde fizyolojik ve psikolojik bir değişime uğrar. Bununla ilgili yazılmış çizilmiş teorilere girmeden özetleyecek olursak önceki günün yorgunlukları, ağrıları sızıları hissedilmez, günlük kaygılar, iş güç unutulur, özgüven üst seviyelere çıkar. Start çizgisinde benim hissettiklerim de bunlardı. Bazı sporcular plan yapmayı, planı sonuna kadar disiplini bir şekilde uygulamayı sever. Benim spor felsefem biraz daha farklı. Ben planlarımı kurşun kalemle yapıp, son anda hatta koşu sırasında hislerime güvenerek değişiklikler yaparım. Yarış sırasında da böyle oldu. Startta biraz geride başlayıp biraz yüksek tempo giderek marinanın sonuna doğru kalabalığın arasından çıktım. Saatimi kontrol ettiğimde biraz hızlı olduğumu fark ettim. Keyfim yerindeydi, nasıl olsa yokuşlarda yavaşlarım düşüncesiyle pek oralı olmadım. Bir çok hızlı start alan kişi teker teker yavaşlamış, bana ve benimle aynı ritmi tutturmuş başka bir koşucuya yakalanmaya başlamışlardı. Nedense kendimi onlardan biri olarak görmedim. Derken Bitez yokuşu karşıma cıktı, bilmem neden, çok tempolu bir şekilde çıkma isteğine boyun eğdim. Yokuşlar birbirini kovaladı ve ben her çıkışta atak yaptım. Yarıştığımı fark etmem çok uzun sürmedi. Ben yokuşta takılmış koşucuları çıkışta geçiyor, daha önce bahsettiğim koşucu da inişte beni yakalayıp yanıma geliyordu. Ya da tam tersi, o inişte kaçıyor ben de çıkışta yanına geliyordum. Derken çevre yolu bitti, merkeze doğru girdik. Artık sadece beş altı kilometre kalmıştı. Kendimi çok iyi hissediyordum. Tempo biraz yükseldi ama hala kontrollü bir seviyedeydi. Yarışın son bölümünde 10 km ve yarı maraton parkurları birleşip, İçmeler yönüne gidip u-dönüşü yaparak tekrar meydana dönüyordu. Bu bölümde hızlı yarı maratoncular yavaş 10 km koşucularıyla beraber koşuyorlar. Dönüşü yaptıktan sonra, artık son üç kilometrelik yolum kalmıştı, sağlam bir şekilde bitirmeye karar verdim. Tempomu yarıştan önce adını bile anmayacağım kadar yükseltmiş, kendimi 10 kilometrecileri, bir iki de yarı maratoncuyu geçerken buldum. Artık son dönemeçlerdeydim ve de etraftaki kalabalıktan, özellikle de elini uzatan küçük çocuklardan aldığım motivasyonla yarışı bitirdim.

Antrenman koşusu rezil oldu mu? Evet. Yarıştım mı? Evet. Gerek var mıydı? Kesinlikle hayır. İyi mi oldu? Kesinlikle evet. Neden yarıştım? Keyfim öyle istediği için. Peki keyfim neden öyle istedi? O anda neden rahat bir koşudan yarışa geçiş yaptım? İşte bu sorunun cevabını bilmemekle beraber verebileceğim tek cevap, ya da bilinçaltından vermek istediğim cevap Galatasaray’da kürek çektiğim yıllardaki yarışçı kimliğimin Halikarnas Kürek takımı ve Celal Hoca’nın etkisiyle uyanmaya başladığıdır.

Bu sene güzel geçecek.

Ferit Toska

(NOT: Ferit, maratonu 344 kişi içinde 1.30;32 ile 16. olarak tamamladı. Kendisini kutluyor, başarılarının devamını diliyorum. Celal Gürsoy)

 

Reklam